19 Aralık 2013 Perşembe

Beni Aşıp Sende Var Olmak...

   Gururun pençesinde yüreğim, rahatsız ediyor vahşi ruhumun tırnaklarını
   Umudumdur hala, sıkıştırdıkça pençesini, hissettiğim acılarım
   Kanayan her yarada bir can müjdesi duyup, sararan yaprak misali
   Tekrardan umutlanmak, ilk defa ağladığı, o ilk nefesi solumaya


   Gözümdeki ışığı söndüren karanlıklara her dalışımda
   Yönünü bulmaya çalışan yarasanın haykırışlarında çırpınıp dururum
   Soyutluğunda hislerin kapatıp gözlerimi bağırdığımda karanlığa
   Gelen her yankıda ümitsizliğe boğarım, belirsiz yolumu
 
   Bakışlarımın esareti altında girip, hislerimi savurduğumda boşluğa
   Hayalini kurduğum odamı boyarım arzuladığım renklere.
   Yedi rengi aşıp yeni renkler peşinde koşmak mı, ucu belirsiz...
   Manaya varlığımı, hislerime benliğimi vermek, sureti aşıp.
   Kalbimin sıcak çarpışlarında eritmek varlık hislerimi
   Yokluğumu, varlığına sığındırıp, beni aşıp sende var olmak....

18 Aralık 2013 Çarşamba

Kitap Okumak Sanattır! Buyurun Sanatın İncelikleri

   -Kitap nasıl okunmalıdır? 
   Aslında çok da önemli gelmeyen bu soru göründüğü gibi değildir. Okumak, her türlü okumak önemlidir ama neyi nasıl okumakta bunun kadar önemlidir. Zihinsel gelişim olayı için yapılması gerekenler yahut yaklaşım şekilleri mevcuttur. Uzun zaman sonra çok ciddi bir yazıya giriştiğim için cümlelerim çok resmi farkındayım ama bir müsaade buyurursanız yine güler yüzlü cümlelere döneceğim.
   Evet arkadaşlar bizim yanılgılarımızdan bir kaçını bu mecra da gözler önüne sunacak olursak; herkes doğruları yazmaz yahut tarafsız yazı yoktur. İnsan olmanın en büyük gereği bir aklımız ve fikrimiz var. Yaşamak için düşünmeye mahkumuz. E düşünmek demek taraf olmak demek değil mi size sorarım?
    Evet, konudan sapmadan devam edelim. Okuduğunuz konu hakkında hiçbir fikriniz yoksa eğer, yani yazan kişinin tarafını anlayacak bilgi birikiminiz yoksa bu gerçeği bilerek okuyun derim. Dışarıda okuduğunuz hakkında bir savunma yaparken yazarın doğrularıyla konuşursunuz aksi takdirde ve bu sizi tuhaf durumlara düşürebilir. Bunun için yapmanız gereken o konu hakkında ya başka bir karşıt görüş kitap okumak yahut G
oogle amcanın eşliğinde azıcık araştırma yapmaktır. Ancak bu sayede yazarın tarafını ifşa eder ve iki yahut daha fazla görüş içinden kendi öz düşüncenizi ve tarafınızı belirleyebilirsiniz. Konu hakkında kendi görüşünüzü oluşturmadan BAŞKALARININ DÜŞÜNCELERİYLE SAVRULMAYIN! Diyelim o an için yırttınız tartışmada yada konuşulan ortamda. Bu sözleriniz off-record yani kayıt dışı olsa da karşınızın beyninde saklanabilir ve siz bu söylediğiniz sözleri sonradan düşünüp de konu hakkındaki fikrinizi değiştirirseniz ileride o beyinler sizin kafanıza kakabilir bunları. Bizde yalan yok hemşerim.
   Yalan yok demişken. Aslında fazlaca da yalan var bunu da söylemeden etmemek gerek. Sizlerin gözünde şu anda ben yalan söylemiyor olarak gözükebilirim. Ama nereden biliyorsunuz benim yalan söylemediğimi? Ama korkmayın yalan söylemiyorum. Kendi kuyumu kazmış olabilirim ama bazen kendimizden başkalarını da düşünmemiz gerekir. Biraz kendim hakkında acıtasyonla beraber kamu spotu vermiş bulunduktan sonra tekrar yalanlara geri dönelim. Bu dünyada her şeyi hemde yalansız saf gerçekle bilmek imkansızdır! Çok iddialı bir söz olabilir ama maalesef böyle. O gazetede yada kitabı yazanlar sadece kendi gördükleri kadarını bilirler. Çevresi geniş olabilir ya da istihbaratçı dahi olabilir bu kişi amenna ama bilmediği şeyler illa vardır ve insanlar bildikleri konulardan bahsederken aralarda bilmediği şeyleri de yutturmayı severler. Bunu başkalarına karşı değil kendilerine karşı bir gol sayarlar adeta. Kendi bilgi düzeyini bir başkası bilmez elbet sen bilirsin sadece. Bildiğin konuyu söylerken bilmediklerini kesin doğrular şeklinde söylediğinde kendi bilgi düzeyinin arttığını hissedersin ve bu hazzı yaşamak için böyle bir davranışta bulunursun.
   

16 Aralık 2013 Pazartesi

Mucizeler Sizlerin Eseri!

       İçimde hep bir gün bir söz söyleyeceğim yada bir şey yapacağım ve bütün kaderim değişecek diyen çılgınlar gibi bir ses var. O ses bazen öyle yükseliyor ki mesela yerden bir atık ambalaj alıp çöpe atınca birisi gelse işte dünyayı kurtardın! dese görevim diyebilecek hale gelebiliyorum. İnsan olmak gerçekten zor zanaat bu kadar çok karmaşaya rağmen yaşayabilmek, hiç bir anın bize ne getireceğini bilmeden rahatça davranabilmek gerçekten de ilginç. Aslında hepimiz çok büyük riskleri göze alıyoruz tamam belki körü körüne ama düşününce bunları insanın tüylerinin ürpermemesi imkansız. Âna kulak vermek gerek bazen neler olduğunu anlamak için. Sessiz kalıp evreni dinlemek hayatı gözden geçirmek, hangi mucizeleri korkusuzca gerçekleştirdiğimizi görmek gerek!

11 Aralık 2013 Çarşamba

Uluslararası Hukuk Mu Olurmuş Hiç

    Uluslararası Hukuk diye bir dersim var bu dönem. Yani o kadar tuhaf bir ders ki diyecek bir şey bulamıyorum aslında. Ayrıca devletlerin ne kadar yanar dönerli olduğunu da gösteriyor bu ders o yüzden sevmiyor da değilim. Konular iyi güzel. Vizeden önceki gece ilan ettiğimiz hukukçuluğumuz ile çelişkili olaylar hakkında yargılamalar yapmak o kadar güzel ki. Her türlü yoldan gidiyoruz inanın gayet güzel de geliyor ama bir ayrılık olduğunda hepimizin dediği bir tek şey var ki o da hangi devlet güçlüyse onun istediği olur.
     Olay bu. "That's it!". Diyebilecek başka bir şey mevcut değil çünkü. Adamlar o kadar uğraşmışlar, devletlerin arasında bir hukuk ilişkisi kurmuşlar ama güçlü bir devlet olduğu anda bir tarafta bütün kanunları yok olup, istediğini yaptırıyor o devlet.
    Uluslararası Hukuk'a başlarken girişte denilen şey ise bütün devletlerin eşitliği ilkesiydi. O yüzden birbirlerine karşı yargılama yapmaları mümkün değildi. Aralarında ikisinin de kabul ettiği şekilde çözülüyordu dertler, problemler.
    Tamam güzel dedim bütün devletler eşit ne güzel. Sonra bir başladık ki diğer olayları görmeye, eee gördükçe de sorgulamaya başladık haliyle. İnsan ancak bu kadar kılıf uydurabilir kendine. Adamlar koskoca hukuk konusu yaratıyor ama inanır mısınız adam akıllı bir kural bile yok. Hepsinin sonunda bir ekleme var diyor ki: "İlgili devletlerin aralarındaki anlaşmaların hükümleri saklıdır." Ivır zıvır bir şey.
    Diyorlar ki artık dünya da sahipsiz toprak kalmadığı ve diğer devletlere savaş açarak toprak kazanmak gibi bir şey yasak olduğu için herkesin toprakları bellidir diyor. Ne güzel değil mi. Ama sömürgeciliğe gelince büyük devletler bir susuyor adeta "o nedir?" diyor. Vallahi pes demek geliyor insanın içine. Ayrıca o kadar çok kavram karmaşası ve belirsizliği var ki. Bizim hocamızın söylediği bir konuyu burada aktarmadan edemem. Birleşmiş Milletler, Filistin'i gözlemci devlet statüsüne yükselttiğini açıklamıştı yakın zaman da. Bizim hocada şunu diyor bunun öncesinde böyle bir statü yoktu diyor. Yani düşünsenize devlet olarak kabul etmemek için o kadar çok çabalıyorlar ki. Fakat çıkarları oluşunca bir parmak bal çalıyorlar Filistinlilerin ağzına onları mutlu edip ellerindeki büyük şekeri kapıyorlar. Gerçekten de insanın gülesi gelmiyor mu sizce de??
    İşte böyle bir ders Uluslararası Hukuk. Fazlasıyla zevkli, sıkmıyor insanı hatta büyük bir şaşkınlığa sevk ediyor dersin sonunda ve düşünüyorsunuz ister istemez bu oyunları yada insanlığın ne olduğunu....

10 Aralık 2013 Salı

Yeni Sezon Gribi

     Geçen gün annemle konuşurken hasta olduğumu anladı. Dedi bu yıl ki grip daha kötüymüş dedi,  dikkat et kolay geçmiyormuş dedi. Ben de güldüm biraz benimki geçen senenin gribi dedim. Ama her zamanki gibi anneler haklı çıktı ve gribim güncelleme yaparak beni o eşsiz, mükemmel hatta harikulade gelişmişliğiyle berbat etti. Önceden hasta olduğumda yine günlük işleri rahatça yapardım en azından düşünme yetimi kaybetmezdim. Fakat bu öyle mi? Kitap okuyorum bir süre tıkırında gidiyor her şey, sonra bir bakıyorum kafam darma duman olmuş, okuduklarımı anlayamaz hale gelmişim, bir cümleyi defalarda okuyup anlamaya çalıştığım halde bir türlü idrak edemez olmuşum.
Normal grip olsa bir kasları etkiler gerisine karışmazdı ama bu öyle mi beynimi bile ele geçirmiş gibi hissediyorum.
   Bu sene grip virüsleri fena gelişmiş. Aman dikkat edin, bana bir şey olmaz da demeyin. Kendimden bilip de söylüyorum maalesef ki bu canlı mı cansız mı belli olmayan mahlukatlar bu sezon fena çalışmış.
   Gerçekten de anlamış değilim her sene nasıl bu kadar değişebiliyor bu grip illeti. Her sene bir şey gribi daha çıkıyor resmen. Yok kuştu, domuzdu, attı derken bu seneki gribe daha bir sıfat yakıştıramasalar da durumlar vahim benden söylemesi...

9 Aralık 2013 Pazartesi

Neden Sevdiklerini Kendine Benzetmeye Çalışıyorsun?

     Fazla takmaya gerek yok, hayatı yahut kişileri. Hele sık boğaz etmeye hiç gerek yok, En sevdiğini bile.. Çünkü Ölçü kaçar illa paranoyaklaşır insan git gide onun için en temizi değiştirmek, olmadığı kişiye dönüştürmek değildir asla, var olduğu gibi seninle olan tezatlığıyla sevmektir, kabullenmektir. Yoksa kopar taraflar birbirlerini düzelteyim derken. Açık olmalıdır insan farklılıklara. Evet doğamızda vardır her şeyi, herkesi kendimize benzetmeye çalışmak. Ama unutulmamalıdır insan farklılıklara tadarken daha fazla zevk alır. Daha bir farkına varır kendinin...

Duyguların Şahı Aşk ile Ruhun İlk Damlası Musîki

    "Suretin de arkasındaki asladır iştiyakım..."
   Sûrete, sîret biçmek, ömre ömür biçmek gibidir. Bir ömre sûretimi yazsam, bir ömrüm olur mu sîretimi yazmaya. Yoksa karakter midir ömrüme yön veren, ömrüm müdür yoksa karakterimi çizen. Ya da sîretimle sûretim bir olup karakter ismini mi verir kendilerine ?
   Harfler, sözcükler, cümleler ve sayfalar... Islak parmakların çevirdiği hayatlar gibi, sıcak esintinin, ılık bir nefese değdiği anlar ve satır aralarında yaşayan insanlar.
   Bir canlının derisinden başlayan yolculuğu bir başka canlının kabuğunda devam ettiren, sûretiyle, sîretlere şekil veren, başka hayatlara tohum olmak için yaşayan hayatlar. Mürekkeple kazıdığı ömrünü, tadarak yaşatır adadığı şeylere. Okunan her fikirle açılan yeni kapılar bambaşka alemlere yola çıkmamız için bir ümit ışığı olur bizlere. Orhan Pamuk'un kitabında dediği gibi; "Bir kitap okudum ve hayatım değişti." Bir ömrün mürekkebini yaladığı ve o tat ile yeni tatlara meraklı bir gûrme meyletmesi kazınıyor hafızalara. 
    İnsan, doğduğu andan itibaren başladığı yolculuğunda başta duyduğu ve gördüğü, sonrasında ise okuduğu ve konuştuğuyla sergiler işsiz karakterini tohumu olduğu ulu çınarlara. 
   Duymak, taze toprağa düşen ilk damla. Kulağa değen her ses, her söz, kıvam kazanmaya çalışan hamura uzanan ilk eldir. Ruh, ilk gıdasını alır ninnilerden akan musîkiyle. Güftenin masumiyetini, bestenin özgürlüğünde arar o temiz kulaklar. Saf ve temiz duygularla, kalplerden süzülen sözler, dillerin doğal temizliğinde arınarak akar başka yüreklere. Güftedeki incelik ve hassasiyet, çarptığı yürekte; şelale ve kuş sesleri gibi temiz ve doğal kulakları titrettiğinde, yine yürekten süzülerek tarifsiz musîkisiyle bir besteye dönüşüp, bir dansa durmuş güfte ve beste çiftini aktarır arayan ruhlara. Her arayan ruha çarptığında musîkinin hüzün yağmuru, şahıslarda bir hazan yağmuruna dönüp, ilk düşen damlayla birlikte kokusunu yayan yaşanmışlıklar yahut yaşanmaya gebeler ve sînelerden, davranışlara tesir eden ince ruhu karakterize eder ve duyduğu her komayla bir halı deseni misali işlenen özgün karakterdeki musîki.
    Musîkinin aşka intizarı... Yılların varlıklara ve nesnelere bıraktığı hasarı en derinden yaşayanlardan bir tanesidir musîki. Yılların, acıların, yüzlerinde temizlik ve sevimlilik bırakan yaşlılarımızı, diğerleriyle mukayese etmemiz bile oldukça güçtür. Maalesef batiyla olan yakınlaşmamız ve onların bizlerde usul değil esas değişimlerine sebebiyet vermesi, değik musiîkimiz, kültürümüzde temelden sarsılmalara meydan vermesi, haliyle musîkimizde eski, say ve temiz aşka intizarı;
    Aşk, nefret ve sevginin hassas düğümü. Zirvedeki riskle yaşamanın, bacaklarındaki titremeden duyulan haz. Acıyı hazza çeviren, hazzı hüzne çeviren zaman zaman. Amaçsızlığın aracı, araçların en tehlikelisi, en ölümcülü. Yaşamla, ölüme; ölümsüzlükten, yaşama sevincine uzanan zorlu yolculuk. Mecnun'u çöle düşürürken, Leyla'yı çöle çeviren. Ufukta serap sevincini yaşarken, susuzluğunu unutturan.
    Paylaştıkça azalan duygulardan münezzeh, duygular üstü hatta beşer uyku hislerle yürekleri saran, yaratılmışın yokluğunda varlığını eriten hüznü beş duyguda yaşatan ve tarifi imkansız gizem.
                               Gurubun rengi süzülmeden, titreyen canlardan
                               Çekme bakışlarını, hüznün buğusundan
                               Kararıp odam dolarken, ızdırabından
                               Mânâya hicran kılmak, vuslata sevdadan
    Gözlerin bakar da görmezken, aramak niye bulmaya bu kadar yakınken. Bilinen bulunmuş olmaksa, olmuş mu ki hiç aşkı bilinen. Efsane olmaksa istenen, yahut imkansızı bilmek, bulmak demekse taze zihinlerde , çabamız yürekte başlayıp, zihne ve karaktere inmekle mümkündür ancak. Özlediğimiz musîkimizi bulmakla, süzmek bahsettiğimiz taze zihinlerin hassas yüreklerimizden.

4 Aralık 2013 Çarşamba

Uzaydaki Gündüz ve Gece Kovalamacası

   Küçükken bir kere binmişim uçağa ama hatırlamıyorum evdekiler anlatır bazen. Küçüklüğümde öğrendiğim bir bilgiden sonra bende bir istek oluştu. Daha genç olduğum için yakın zamanda olması mümkün olmasa da bu isteği nereye gitsem içimde taşırım. O kadar büyülü bir şey ki anlattığımda sizin de hayallerinize belki de rüyalarınıza gireceğini düşünüyorum.
   Malum gece gündüzü, gündüz ise geceyi kovalar durur. Birbirlerine asla kavuşamazlar ama birbirlerinden de asla vazgeçemezler. Günler onların kavuşamamasını fırsat bilir de bize verir acımadan kovalarken geçen süreyi.
   Bu kovalamaca da birbirlerine kavuşamasa da gece ile gündüz yine de nereye gittiklerini birbirlerine ipucu bırakarak belli ederler. Gece ayrılırken bulunduğu yerden hayatı neredeyse durdurmuş şekilde saf bir karanlık bırakarak çeker gider, güneş ise en cıvıl vakitte son ışık huzmeleriyle ayrılır. Eşeğin üstünden havucu sarkıtarak yürümesini sağlamak gibidir bu. Sürekli birbirlerinden izler bulurlar ama bir türlü kavuşamazlar.
   Benim hayalime gelecek olursak da gece ve gündüzün tam arasından uçakla geçmek onların birbirlerine olan sevgisini ve birbirlerini sürekli arayışlarının delili olan o çizgiyi yukarılardan görmek istiyorum.
   Bir kaç duyum almıştım. Uçakla o çizgiden geçilirken perdeleri kapatmanızı isterlermiş. Çünkü insan korkarmış, kıyamet kopuyor sanırmış. Öyle de olsa görülmeye değer o güzel manzara. Bunu görmeden ölmeyi pek istemem diğer hayallerim gibi. O anın sanki yavaşlamış gibi uzunca bir süreye yayılmasını fazlasıyla isterim ki o istediğim zevki, göz ziyafetini doyuma ulaşarak tadayım.

3 Aralık 2013 Salı

Emek Göstermenin Güzelliği ve Düğünde Teyze Dansı

  Emek vermekten hep kaçınırız ama bir işi benimseyerek yaptıktan sonraki hal bence paha biçilemez. Sanki beyninizden sıvı alınmış gibi olursunuz. Gözleriniz işiniz bittikten sonra boş boş bakar. Ama bir kafa dinginliği söz konusudur sizde ve bunun keyfini çıkartırsınız. Hatta ve hatta yürüyüşünüz de bile değişmeler olabilir. Motivasyon yüksektir. Küçük dağları da gördüğünüz gibi ben yarattım havası vardır tabi ama bunu karakterinize göre ya açıkça belli edersiniz yada belli etmemek için uğraşırsınız.
  Durum böyledir ama bu aşamaya gelesiye kadar işten kaçmak için neler düşünmemişsinizdir ki. En kolay örnek ilkokulda sınava çalışasın gelmez "Örtmenim dün akşam elektrikler kesilmişti, çalışamamıştım. Nolur sınav yapmayıın!" dersiniz. Zoraki hoca sınav yapar, sınavınız güzel geçmiştir ve kendinizi böyle hissedersiniz. "Ya ben zekiyim işte ne olacak" havalarında olursunuz. Orada hatırlatmak gerekir aslında az önce sınavdan kaçan sen değil miydin diye ya neyse.
   Tabi bu anlattıklarım tembel mizaçlılar için geçerlidir. Birden göstermeseler de sadece "Ay benim elimden o iş gelir mi?", "Hiç yapasım yok." derler ve tabiri caizse düğünlerde nazlanarak en sonunda birisinin emrivakisine "E hadi biraz oynayayım" diye ağırdan ağırdan başlayıp sonrasında dillere destan göbek atan, ortalığın da tozunu attıran hanım teyzelerimiz örnek gösterilebilir.
   Bu teyzelerin "Hadi ikicik de ben göbek atayım" diye gönüllü olanları da yok değil bunu da buradan belirtmez isem çatlarım vallahi de billahi de ayol!! :))

Spor Yapanların Dikkatine

  Spora ilk başladığınızda her şey güzel gelecek. Sanacaksınız ki rekorları kırıyorum koşarken, öyle fazla ağırlık kaldırıyorum ki parmağımda dünyayı döndürüyorum diyeceksiniz.
    Elbette bunlar denecek ilk önce kendimizi kandırmaca yok. Hatta ilk günün sonunda üstümüzü bir güzel çıkarıp aynada kendimize şov bile yapacağız kimselerden habersiz. Bir anda şişti her yerim moduna da bağlayacağız ama göründüğü gibi değil maalesef. Gelişme yok demiyorum elbette bir gelişme var ortada. Yalnız bilmemiz gereken şey 1 isek 2 olmak tamı tamına iki katımıza ulaşmamız demektir ama o an 2 olduktan sonra tekrar iki katımıza çıkmak pekte kolay değil düşünsenize o zaman 4 olmamız gerekecek.
    Durum böyle işte yapmamız gereken hemen spordan caymak ya da şevkimizi kırmak değil. Bunu bilerek spora başlamalı ve eğer gerçekten istiyorsak imkansız olmadığını bilmemiz gerekir.

27 Kasım 2013 Çarşamba

Güldüren Gülücükler

   Duygular o kadar farklı şeylerdir ki. Bir arkadaşınızı, sevdiğinizi gördüğünüz anda konuşmadan dahi bir duygu değişikliği yaşarsınız ve bunu çok rahat bir şekilde hissedersiniz. Onu da geçtim kilometrelerde uzağınızda olsa da birisi onu düşününce içinizde bir değişiklik olabilir. Aklınıza ilk gelen şey sevgi ve aşk olabilir buna örnek evet haklısınız o duygular daha etkilidir ama en ufak duygular dahi içinizde değişikliğe sebep olabilir. Bu insanların anlam yüklemesiyle ilgilidir aslında. Biraz daha durumu geliştirelim ve diyelim ki sadece insanlar için geçerli değil bu dediklerim yahut canlılar. Cansız nesneler, durumlar içinde bu geçerli. Anlam yüklediğimiz her şey de böyle bir durumla karşı karşıya kalabiliriz. Örneğin sevmediğiniz bir dersi düşünün. Düşündünüz mü ? İçinizde bir takım büyük çaplı yada küçük çaplı değişiklikler hissedeceksiniz elbette. İşte bu etkiden bahsetmek istiyorum ben size. Olmaz olmaz dememek gerek. Hiç mi sizin için dönüm noktası olan bir olaya girişirken , sınav gibi, kendimizi cesaretlendirmeye çalışırız. İşe yaramadığını düşünürüz ama bizim cesaret duygumuzu kabartır bu eylemimiz.
   O zaman kendimizi istediğimiz gibi şekillendirmek fazlasıyla kolay gözüküyor. Kısmen doğru denebilir. Kendimizi ne kadar şekillendireceğimize bağlı bu. Sadece bakarak bir kaşığı yamultmak elbette ki fazlasıyla yoğun bir kosantrasyon gerektirir. Ama herkesin yapabileceği şey ise sadece bir gülücük resmi bulup ona bakmak ve mutlu olmaktır. Zaten en önemli şeylerden biriside huzurla mutluluk değil midir? Hatta siz zahmet etmeyin sizin için ben bir tane buldum ara sıra da gelin bakın buraya ve mutlu olun biraz başka da bir şey istemem sizden :)
Mutluluğa davet eder.

26 Kasım 2013 Salı

Anlatmanın Duygulara Etkisi

  Ders çalışırken en iyi öğrenme yollarından birisi okuduğunu sen anladığının farkında olmasan bile birisine anlatmaya çalışmaktır. Bu konuda hem fikir olacağımızı düşünüyorum. Benim değinmek istediğim nokta bu olayın sadece dersle sınırlı olmayacağı. Sonuçta insan ders dışında mutluluğu anlatmakla da mutlu olabilir.
  İnsanın aklında birbiriyle konuşan iki kişi bulunur genellikle. Yok bende üç diyenler olur belki diye söylüyorum alınmaca yok şimdi. Genellikle iki seçenek arasında kalırız ve iki ucu temsilen içimizde bir tartışma başlar gider. Siz tarafsızca izlersiniz bu tartışmayı ama sonuca bir türlü ulaşılamaz. Yada sizin bir tarafınız vardır o tarafı desteklersiniz. Sonra işlerde hafif bir bozukluk olduğu anda desteklediğiniz yanı yermeye geride kalanı desteklemeye başlarsınız. Buna örnek olarak kendimizi mutlu olmaya zorladığımız zamanları gösterebiliriz. Mutlu olmayı gerçekten istiyoruzdur ama en ufak bir sıkıntıda yine kendimizi karamsarlığın soğuk ellerine bırakırız. Biz bu durumda mutluluğa ulaşma çabasında tepinirken, karşımıza bizim teselli vermemiz gereken birisi geldiğinde yapacağımız şey genellikle onun üzüntüsünü unutturmak ve iyi yanları göstermek olur. Bunu yaparken de kendimizde de değişiklikler hissederiz. Tuhaftır ama bizde içimizde fırtınalar kopartan mutluluğa erişmeye başlarız anlattıkça. Daha bir sıkı sarılırız mutluluğa.
   Bunu yapmak güzeldir. NLP kitaplarının vazgeçilmez sözünü burada tekrar etmezsek çok ayıp etmiş oluruz doğrusu. "Evrene güzel enerji yollayın ki size de güzel enerji geri dönsün.". Şakaya alsam da bu laf yanlış değil elbette. Ama bir nokta var ki bütün her şeyde geçerli olduğu gibi bununda fazlasının zarar olduğudur.
   Eğer bu iyi enerji olayını abartırsak ne olur? Örnek vermek gerekirse psikologların herkese az önce anlattığım şekilde teselliler, tavsiyeler verdiğini düşünelim. Bu kişinin iç huzurundaki patlamayı hissedelim ilk önce. Sonra o kişinin de sıkıntılarının olduğunu düşünelim. Yapacağı şey herkese anlattığı şeylere iyice sarılmak olacaktır. Ne güzel hiçbir sıkıntı yok aslında. Ama bireyimiz her olaya güzel yönünden bakmaya alışık olduğu için sıkıntıların sayısı çoğaldıkça o güzel düşüncelere olan inancından dolayı içinde yaşayacağı yıkım daha büyük olacaktır.
   Bir başka örneği daha vermek istiyorum. Duyduğum bir olay bu konuda oldukça açıklayıcı durumlar içeriyor. Zihinsel engelliler öğretmenin başından geçen bir olay. Öğretmen hanımımızın görevi gereği zihinsel engelli çocuğu olan kişilere karşı genellikle teselli edici davranışlar takınması ve o çocukların eğitimleri için fazlaca emek ve çaba sarf etmesi gerekmektedir. Bu görevi içtenlikle ve gönüllü olarak yapan birisi olsa da kendisinin çocuğunun da zihinsel engelli olmasıyla çocuğunu bırakmıştır. Normalde verdiği tesellilerle aslında o duruma geldiğinde iyiye sarılmayı kendisine aşılamış olması gerektiği halde o buna dayanamayıp çocuğunu bırakmıştır. Ailelere çocuklarının daha iyi hale gelebileceğini söylese de kendisinin çocuğunda gelişme olmamasına dayanamamıştır.
  Yani evrene iyi enerji göndermek doğru ama gönderdim diye ille de evrenden iyi yanıt beklemek yanlış olur.

25 Kasım 2013 Pazartesi

Bir Dünya Bir Astronota çarparsa ne olur?

  Geçen gün aklıma bir düşünce takıldı tamam pek de mantıklı değil ama insanın aklına bir soru takılınca düşünmeden edemiyor maalesef ki. Olayımız şu şimdi bir astronot düşünün kendi iş kıyafetinin içinde. Ve onu dünyanın yörüngesinin üstünde bir yere yerleştirin ve o orada sabit bir şekilde kalsın. Malum uzay boşluğunda olduğu için bu pekte zor bir şey değil. ÖSS ve liselere geçiş sınavlarında gördüğümüz sorulardan olan şekilde o astronotun yemek, su vs. olan ihtiyaçlarını dikkate almadan bir düşünce eylemi gerçekleştireceğiz.
   Tekrar geri dönelim Dünya'nın yörüngesindeki hızı 107 kilometre/saat o zaman bizim elemanı alsak ve dünyanın yolunun 200 kilometre ilerisine koysak diyorum. Sonra beklesek ne olacak. İşte bunu düşündüm ve aklıma şu yol geldi. Dünya büyük bir hızla bizim sabit duran elemanımıza yaklaşacak tamamdır. Dünyanın atmosferi 10 kilometreye kadar yerden yukarıya uzanıyor. Normalde meteor parçaları bizim atmosferimizden dünyanın çevresini dolaşarak yer yüzüne doğru düşüyor ve sürtünmeden dolayı yere ancak kırıntıları inebiliyor. Yani dik olarak yeryüzüne düşmesi pek mümkün değil. Bir başka veri daha vermemiz gerek ki düşüncemizi tam olarak oluşturmak için buda gerekiyor. Şu Türksat gibi uydular Dünya'nın etrafında bir yörüngeye sokulmak için en basitinden herkesin bilebileceği merkez kaç kuvvetine göre işlemler gerçekleştiriliyor. Yer çekimiyle hareketi birbirlerini nötrleyecek şekilde yörüngeye oturtuluyor.
   Açıklamaları yaptıktan sonra işte adamımızın hızı zaten sıfır. Dünya'yla çarpışması 107 kilometre/saat hızla olacak demek. Bu çokta fazla bir hız değil o şartlara göre. Yani adamımız yeryüzüne dik de inmeyeceğine göre Dünyanın etrafında dönmeye başlayacak. Dünya'yla dik çarpışması durumunda 107 km/h hızı olsa da hem sürtünme hemde artık çarpışma durumundaki gibi dik açıyla bir işlem olmayacağına göre adamımızın hızı fazlasıyla düşecek ve bir yörüngeye sahip olacak. Yani bu adam geri kalan ömrünün tamamını orada boş boş kendiliğinden dönerek mi geçirecek ? Komik ama biraz zorlayınca ortaya çıkan durum bu. Şu dünya şartlarında o adamın fark edilmemesi zor bir durum bunun farkındayım ama fantastik olacağını düşünüyorum böyle bir durumun.

18 Kasım 2013 Pazartesi

Coğrafyanın Çocuğu Tarih'e Bir 'Merhaba' Deyin!

  Geçen gün bir hocam derste "Tarih coğrafyanın çocuğudur." demişti. Söz fazlasıyla hoşuma gittiği için bende oturdum, bir güzel düşündüm. Eğer Türkiye, Rusya'nın coğrafyasında yer alsaydı biz de sıcak denizlere inmek ister miydik diye. Bu düşünceyi de tesadüf eseri dışarıda hava soğukken düşünüyordum. Yani üşüyordum o anda. Dedim kendime evet inmek isterdik. Tamam biraz tuhaf gelebilir ama illa da karmaşık şekilde düşünmek zorunda değiliz. Sonuçta koskoca bir toplumun hepsinin aynı isteği istemesi karmaşık yollarla olacak bir şey değil, bu istek bir içgüdü şeklinde ortaya çıkar ve oluşur. Durum bu yani.
  Bir hoca misali söylemeyi ısrarla istediğim bir sözde "bu durumdan hareketle" demek olacak. Başka ülkeleri de böyle analiz edebiliriz bence. İlkokul, ortaokulda hep öğretmişlerdir; jeopolitik açıdan bakıldığında Türkiye'nin coğrafyası çok önemli bir yerdedir. Asya ile Avrupa arasında köprüdür. Ben bize gösterilen tarihi pek sevmiyorum ve yapmacık buluyorum. Büyüdükçe okuduğum kitaplardan kaynaklanıyor bunlar. Neden mi? E okulda gösterilen tarihin aynısını başka hiç bir kitapta görmedim de o yüzden. Tarih bu kadar değişken olamaz ama değil mi? Her neyse işte yine de doğru bir şeyi beynimize kazımışlar haklarını yememek gerek. Petrol kaynaklarına fazlaca yakınız. Rusya gibi doğal kaynakları olan bir coğrafyanın denizden ulaşımı boğazlarla bizim elimizde. Asya kıtasıyla Avrupa kıtasını gerçekten biz bağlıyoruz. İşte bunlar sonucu Sultan Abdulhamit'in 'Denge Politikası' bizim coğrafyamızın rolüdür. Eğer her şeyin ortasında yer alıyorsan, bir taraftan bir tarafı seçmek senin aleyhinedir. Bir tarafa dönerken, sırtını yüzüne bakmadığın tarafa dönersin çünkü. Oradan da ne geleceğini bilemezsin arkan dönük olduğu için. Durum böyleyken tarafsızlık en büyük ödüldür bu coğrafyaya. Ama bu da kolay değil elbet. Her iki tarafı da hoş tutmak , yeri geldiğinde isteklerini iki tarafa da yaptırmak. Bu yüzden ülkemiz bu kadar bölüşmeye meyilli. Bize başka şeyler öğretmişler yada hep bunu kafamıza kakmışlar.
   Düşünün bir ortam da ufak bir tartışma çıkıyor ülkeyle ilgili ve bu tartışma asla senin düşüncen bu benim düşüncem bu neyse kardeşim deyip yan yana oturmaya devam edilmiyor. Ama pekâla da normal konulu tartışmalar da bu olabiliyor. Ayrıca bir özelliğimiz de sen şusun ben buyum muhabbeti. Biraz kanımızın kaynadığı doğrudur bu konularda ama uzlaşmaya engel değildir bu.
   Neyse ben de dediğim duruma düşmemek için başta dediğim örnek verme işine geçmeliyim. Örnek ülkemiz İngiltere bu sefer. İngiltere konum itibariyle Avrupa karakıtasında yer almıyor malesef ve olayların döndüğü Ortadoğu'ya diğer ülkelere fazlasıyla uzak. Bu durumu bir sınıf örneğiyle açıklamak istiyorum. Sınıfın birinde sağ arka köşeye oturmuş ama yerinde duramayan istediklerini elde etmek isteyen bir kişi düşünün ama bulunduğu yerin buna imkan vermediğini konuşulmadığını hayal edin. Sol ön köşede de bütün muhabbetlerin edildiğini farz edin. Ortam oradan akıyor yani. E bizim köşedeki İngilizimiz ne yapar sizce oraya ulaşmak istemez mi? Temelli olarak oraya ulaşması mümkün değildir o nedenle sol ön köşeye yakın kişilere gidip sen şimdilik orada otur ben burada duracağım dediğini ve konuşmaya öyle katıldığını düşünün. Örnek yavaş yavaş oturmuyor mu ? Yer değiştiremediği zamanlarda kendi köşesinden bağırarak muhabbete katılmaya çalıştığını sizde duyuyor musunuz? basit bir düşünceyle bu durumu açıklığa kavuşturabiliyoruz işte. Bir de size soru siz orda olsaydınız nasıl davranırdınız? Bu soruyu her coğrafya için kendimize sorduğumuzda olayları anlamamız daha da kolaylaşacaktır bizim için. Tek kriter bu değil  elbet haklısınız. Her toplumun karakteristik özellikleri farklı. O zaman coğrafyalarla ilgili net gerçek düşünceleri kafamızda oluşturmak istiyorsak ırkların karakteristik özelliklerini öğrenip, telepati yapmalıyız. Okuduğunuz için teşekkür ederim.

12 Kasım 2013 Salı

Fotoğrafların Yaşlılığa Faydaları

  Bazen elimde sürekli fotoğraf makinesiyle gezmek ve yaşadığım her olayı, anı fotoğraflamak istiyorum. Çünkü geçmişe baktığımda bir çok anımın hafızamda eksildiğini fark ediyorum. Ama Bir fotoğraf çekmiş olsaydım şu anda çok daha güzel olabilirdi.
   Çektiğim fotoğraflara daha sonraları pek bakmıyorum evet ama yine de istiyorum anılarımı somut hale getirmeyi. Önceden fotoğraf çekmek, çekilen fotoğrafları çıkarttırmak zordu ama ya şimdi? Öylesine kolay ki. 7/24 yanımızda bulundurduğumuz telefonlar bile bize kolaylık sağlıyor kamerayı açmamız için. Hatta bir anda birden çok fotoğraf dahi çekebiliyoruz. Az önce dediğim tekrardan fotoğraflara bakmamak işte bu sebepten kaynaklanıyor. Fazla kolay olduğu için. Bunun için çözümüm var elbet; en sevdiğim fotoğrafları eskiden olduğu gibi bastırıp fotoğraf albümü yapmak istiyorum. İleride yaşlanınca herkes gibi "Eskiden şunları , bunları yapardık." gibi klişe sözlerini ben söylerken fotoğraflarla bunu somutlaştırmak istiyorum.
  Hele ki dur şurada fotoğraflar olacaktı deyip bir çırpıda bütün fotoğrafları laf arasında göstermek istiyorum.  Belki o yaşta bu gösteriş işini defalarca yapacağım için çevremdekiler sıkılacak ama yaşlı bir adam dediğinde biraz da bu değil midir?
  Albümlerin yerleri özel olacak ve yanlarına Eminönü'nden gençken fazlasıyla ucuza almış olacağım, aldığım zamanda dahi antika gibi olan eski bir fotoğraf makinesi koyacağım. Bir farkım olacak elbette. İnsanlar merak edecek. Bu sayede sormadan defalarca anlatacağım şeyleri benden anlatmamı isteyecekler. Bende sanki cerrahi bir operasyona girecekmiş gibi kış günlerinde kollarımı sıvayarak yüz yıllık bir parça edasıyla albümü taşıyarak anlatmak için uygun pozisyonumu alacağım kurbanımın yanında. Bir süre sonra büyük bir ihtimalle anlatmanın verdiği heyecanla hızımı alamayıp sözü uzatacak ve kurbanımın sıkıldığının farkına varmayacağım.

6 Kasım 2013 Çarşamba

Türk Dizileri

   Ben uzun bir süre önce televizyon izleme alışkanlığından kurtuldum. Beni buna zorlayan anlamsız dizilere fazlasıyla teşekkür ederim. Peki onun yerine ne mi yaptım ? Yabancı diziler peşinde koşmaya başladım. Peki bu sürece etki eden unsurlar neler burada sizinle paylaşmak istediğim ana konu aslında bu.
   Bunu yazarken hiç sevmediğim halde kendimle çelişerek söyleyeceğim "Adamlar yapıyor ya!" herkesçe bilindik bir cümle. Biz millet olarak o kadar mütevazıyız ki. Bir şeyi iyi yapabileceğimizi bırakın onu yapabileceğimizi bile yapmayıp diğer kimseleri göklere çıkartırız. İşte olayda budur aslında madem böbürlenmemek için iyi bir şey yapmamaya çalışırken aslında onu yapmayı bile denemiyoruz. En azından yapanları örnek alıp onların yaptıklarını kendimize uyarlayabiliriz.
    Velhasıl kelam bir Türk dizisini neden izlemem? Çünkü çok ama çok uzun. Artı promosyon olarak da uzun reklamlar var. Ben  izleme hazzını iki saat gibi film olsa uzun bir film diyeceğim bir diziden almak yerine beni kırk dakikada o hazza ulaştıracak dizilerden alırım.
    İkincisi ise senaryosu, efektleri, seslendirmeleri vs. Yabancı dizilerde bunlar genellikle daha güzel oluyor. Çünkü bizimkiler iki saatlik bir diziyi haftalık çekmek için sürekli çekimlerle vakit kaybediyor. Oysaki kırk dakikalık bir dizinin çekim süresi düz mantıkla hesaplayınca bizimkilerin yarısı kadar olacağı için geriye kalan zamanda daha farklı uygulamalara yer yerilebiliyor. Örneğin senaryoyu bir bölümde bitireceğine bunu iki üç bölüme dağıtıyor. Bilgisayar başında yapılacak işlemler için de gereken zaman kalıyor ve sonuç daha güzel, keyifli bir dizi oluyor. Yapmış olmak için yapılan dizilerimize sesleniyorum yapmayın! Bir taksici dizisi düşünün ki içinde geçen polisiye olayları bile polislerden önce ellerinde köpükten olma odunlarla taksiciler çözüyor.
   Okuyanlara şimdiden teşekkürlerimi sunarım.

5 Kasım 2013 Salı

ATM'de centilmen davranmanın faydası

  ATM'lerden oldum olası korkmuşumdur. Kartı içine sokarsın ve beklersin. Ama ya kartı yutarsa? İşte o zaman buyur ayıkla pirincin taşını. Hele bir de üstüne acelen varsa... Makine yeniyse biraz daha rahatlarım çünkü kasmadan çalışır. Ama eskiyse, aksama oluyorsa, kartı içine alırken bile zorlanıyorsa içimde fırtınalar kopar. Daha yenilerde de böyle bir olay oldu. Bir kadınla neredeyse aynı zamanda ATM'nin önüne geldik hatta ben biraz daha önce gelmiştim. Sonra hani "centilmen"im ya "Siz buyurun" dedim kadına. O da bana teşekkür ederek geçti, kartını soktuktan sonra ise sistem hata verdi. Kartı ,büyük bir şans sonucu, biraz geçtikten sonra veren ATM'ye bakışlarıma gelecek olursak; bir uçurumun ucundan düşmekten sın anda kurtulup o uçuruma bakarsınız ya nabız hızlanmış, gözler dehşet içinde açılmış, ellerde hafif terlemeler... İşte bunlar o andaki durumumdu. Tabi ucuz kurtuldum modunda alnımdaki soğuk teri sildim o ara kadının yerine de üzülüyordum ama ya o ben olsaydım gibisinden bencilce bir duyguda yok değildi hani. Buradan anladığım şey ise centilmenlik güzeldir. :)

4 Kasım 2013 Pazartesi

Alışkanlığın köleliği

 İnsan nasıl bir varlıktır ki bir şeyi çok istediği halde elde edeceği zaman bir isteksizlik olur? Küçüklüğümden beri yurt dışına çıkmak istemişimdir. Bu yaz dileğim gerçek olacak ve hem dil gelişimi hemde gezmek amacıyla yurt dışına çıkacağım. Ailemden mali desteğimi de aldım yani en büyük engel olan mali durumda halloldu. Önümde 8 aylık bir zaman var ve ben yavaştan pasaport ve diğer şeylerle ilgili araştırmalar yapmalıyım. Hatta babamdan sözlü olarak bir dilek halinde de önüme geldi bu. Elimin altında internet var yani istediklerimi araştırmak için alt yapıya sahibim ama... O kadar zor geliyor ki bu görev bana. Çünkü büyük bir değişiklik bu benim için. Aslında korkmuyorum zaten öyle olsa da söylemekte zorlanırım. Bu duygu alışkanlıklardan sıyrılmanın yeni şeylere atılmanın öncesinde hissedilen vazgeçme duygusu. Öyle tuhaf ki insanı karmaşıklaştıran yegane duygulardan. Oysaki ne kadar kolay işleri hallet bin uçağa ve git değil mi ? Bu hisse kapıldığımda aklıma gelen söz direk "Sonunu düşünmeyen kahraman olamaz.". Bu ruh halim içinde gayet doğru bir söz.

18 Ekim 2013 Cuma

Kader

Bak şu kaderin cilvesine de ibret al hayatı. Ne kadar boşlarsan hayatı o kadar sunar sana payitahtı...

20 Eylül 2013 Cuma

Aşıksan...

Aşıksan karmaşıklaşacaksın gittikçe ve anlayamayacaksın kendini. Tek anlayan o olacak seni çünkü her dediği senin doğruların olacak..

19 Eylül 2013 Perşembe

Körün Kârı

Hayat aslında kör bir insanın diğer duyularının daha hassas olmasına benzer. Bir şeyleri kaybettikçe başka şeyler kazanırsın.

Stil Yüzme

  Yüzme vücudun her yerini hissettirmeden çalıştıran bir spordur. Bunu okuduğunuzda direk olur mu canım öyle şey tarzında şeyler diyebilirsiniz ama yüzme stillerini öğrendikçe bunun dediğim gibi olduğunu anlayacaksınız.
  Arkadaşlarımla denize yada havuza gittiğimizde beraber yüzerken onlar kendilerini zorlayarak adeta suyla güreşerek fazlasıyla enerji sarf edip hemen yoruluyorlar. Ama ben yüzmede çok iddialı olmasam da 2000 metre durmadan yüzebiliyorum. Bu şekilde hem kilo rahat vermek mümkün hemde çevredekilerin takdir eden bakışlarını görüp havaya girmek mümkün. :)
  Neyse konumuza geri dönecek olursak eğer yüzmeyi bilen ama stilleri bilmeyen ve öğrenmek isteyen arkadaşlara bir kaç öneri vermek istiyorum.
  Öncelikle yüzmedeki stillerle ilgili genel bir açıklama yapacak olursak 4 adet stilimiz mevcut. Bunlar; serbest, kelebek, kurbağa ve sırt üstüdür.

1-Serbest stil kafa içeride kulaç atarak yüzme olarak tanımlanabilir. Elbette burada en sıkıntılı durum belirli kulaç aralıklarıyla kafayı o anda kulaç atan kola doğru döndürüp nefes almaktır. Başlarda nefesi asla o kulacı tekrar suya sokana kadarki zaman aralığında yapmak zordur. Bunun için nargile yöntemi denilen suyun içinde nefes verip suyun dışında nefes alma taktiği çözümdür. Ama denildiği kadar kolay
değildir. Bunun antrenmanlarının yapılası gereklidir. Şahsen ben bana zamanında öğretildiği gibi suyun içinde burundan nefes verip suyun dışında ağzımdan nefes alıyorum. Bazı kişiler içeride de ağızdan nefesin verilmesi gerektiğini söyler ancak ağızdan istediğimiz hızla nefes verebiliriz yani yeni başlayan bir kişi bütün nefesini direk verirse suyun üstüne çıkıp nefes almayı beklemek için zorlanır. Burunda ise böyle bir durum zordur çünkü nefesi hızlı vermeye çalışmamız için baya bir zorlamamız gerekir. Bunu yaptıktan sonra sırasıyla kulaçların ileriden alıp 180 derece elin çevrilerek çekilmesi gerekmektedir. Püf nokta budur ne kadar çok geriye kadar çekersek attığımız kulacı kadar hızlanabiliriz. Birde ayakları çırparken dizleri mümkün olduğu kadar az kırmakta fayda vardır ve nefes alırken ayakları çırpmayı unutmayın.
   2-Kelebek stiller arasında en çok kuvvet gerektirendir çünkü iki kolu aynı anda dışarı çıkartmak gerekir. Dolfin denen ayak vuruşlarında hareket başlangıcı beldir. Yine içeride nefes verilip dışarıda nefes alınmalıdır.

 









3-Kurbağa, herkesin bildiği köpeklemeye biraz benzer. Ama kendine dizlerle beraber çekilen ayaklar topuklardan geriye doğru vurulur. Ayaklar vurulduktan sonra kollar ileriye uzanma biçiminde bir süre
süzülme yapılır, hız kesildikten sonra kollar dirsekler kırık bir şekilde yere doğru çekilir Kollar çok yana açılarak çekilmez. Kollar çekildiğinde zaten kafa dışarı çıkmış olur ve nefes alınır.

 4- Sırtüstü stil de önemli nokta omuzların hareket etmesidir. Esneme hareketlerinde omuz esnetme yapılırken nasıl geriye omuz silker gibi yapılıyorsa kulaç atarken de aynısı yapılmalıdır. Ayak çırpma serbest stilden daha önemlidir burada.
 


  Yazarken unutulan şeyler yada sorularınız varsa cevaplamaya çalışırım. :)

17 Eylül 2013 Salı

İngilizce şart!

  Herkesin derdi İngilizce uzun zamandır. Öğrenmemiz gerek daha iyi bir gelecek için. Ama genelde hepimize de zor geliyor. Biraz düşündüm bende madem bu kadar teknoloji var 5 vakte kalmaz buna da bir çare bulurlar diyorum kendi kendime. Bir kulaklık yapacaklar her dili senin istediğin dile tercüme edecek. Konuştuğun kişinin söylediklerini hooop çevirip senin dilinde sana söyleyecek. O zaman yabancı bir dil öğrenmeye gerek kalır mı hiç? Hayır. Ne kadar da güzel değil mi?
   Herkes bilir bilim kurgu filmlerinin kısmen de olsa gelecekte gerçekleştiğini. Yani benim dediğim o kadar uçuk kaçık bir şey de değil azıcık uğraşsalar 1 yıla hazır eve teslim.
  Ama olay böyle olur mu hiç? Kendi hayalimi kendim tekrar bozdum nedense. Piyasada dünya kadar dil kursları var, binlerce İngilizce öğretmeni var, yurtdışında bu işlerden de para kazanan kurumlar var, bir dünya İngilizce öğretim kitapları var... Yani var da var. Gördünüz mü benim dediğim 1 yıl şimdi oldu en az 10 yıl. Hayırlı olsun İngilizce çalışmaya tam gaz devam. Kolay gelsin herkese. :)

16 Eylül 2013 Pazartesi

Hayaller

Hayaller yalnız yaşanılır.. Çünkü birisiyle birlikte ne kadar hayal kurarsan kur sen onu farklı yaşarsın hayalinde.. Burada mühim olan hayallerdeki ortak noktaların sayıdır..

Gözler

insanın en güzel yeri gözlerdir... Yıldızlar dâhi kıskanır, geceleri parlayan gözleri... 

15 Eylül 2013 Pazar

Aşkın tarifi

Aşkın tek tarifini gördüm o da 'Tek Hece'ydi...

Hayallerin Peşinden Koşturmak

  Hayallerin peşinden gitmek kadar zoru yoktur. Hayat aslında herkese adildir çünkü hiç bir zaman tam manasıyla isteğine kavuşmanı sağlamaz. Sen hayal kurarsın ve ona göre hayatında adım adım hedefe ilerlemeye çalışırsın ve hayat bir süre bekler seni sonra bir fırtına yaratır sana ve yönünü kaybedersin. Bazen bakarsın ki artık hedefinden çok uzaklardasın. Hedefini hala görebilirsin. Çünkü hayat böyledir seni her seferinde hedefinden uzaklaştırsa da onu hep görebilirsin. Asıl acı budur. Bunun sonunda 3 yol çare vardır. Ya hedefini unutmak ve yeni şartlara alışmak ya yeni şartlarda hedefine ulaşamamanın verdiği üzüntüyle yaşamak yada sonuna kadar hedefinde ısrar etmek. Hedefe gitmeyi ısrar etmek yazıldığı yahut okunduğu kadar kolay değildir asla. Eninde sonunda hedefine ulaşabilirsin ancak senden götürdüklerine razı olman gerekmektedir ve hayatta bir çoğumuz ya üzülerek yeni şartlara alışıyoruz yada unutmaya çalışıyoruz.

14 Eylül 2013 Cumartesi

anın zevkini yaşa

oltanın ucundaki tıkırtıyı hissettiğin anda bir zevk alırsın. ama dikkat etmen gereken çok önemli bir şey vardır. açgözlülük  yapıp hızlı çekersen tuttuğun balığın ağzını yırtarsın ve balık kaçar, elindekinden olursun. ama yavaşça çekersen tuttuğun balığın yanına belki yenileri de eklenebilir. o his çok güzeldir ve hemen balığı görmek uğruna o  hazzı yok etmeye gerek yoktur. bazen sonu hemen isteyeceğimize ona ulaşırken ki güzelliği fark etmeliyiz.

13 Eylül 2013 Cuma

Kapitalizm etkisi

  Günümüzdeki büyük sıkıntılardan birisi. Diyecek bir laf yok bu hale..

12 Eylül 2013 Perşembe

Tek Hece



Var mı beni içinizde tanıyan?
Yaşanmadan çözülmeyen sır benim.
Kalmasa da şöhretimi duymayan,
Kimliğimi tarif etmek zor benim...

Bülbül benim lisanımla ötüştü,
Bir gül için can evinden tutuştu,
Yüreğime Toroslar'dan çığ düştü,
Yangınımı söndürmedi kar benim...

Niceler sultandı, kraldı, şahtı,
Benimle değişti talihi, bahtı,
Yerle bir eyledim tac ile tahtı,
Akıl almaz hünerlerim var benim...

Kamil iken cahil ettim alimi,
Vahşi iken yahşi ettim zalimi,
Yavuz iken zebun ettim Selim'i,
Her oyunu bozan gizli zor benim...

Yeryüzünde ben ürettim veremi,
Lokman Hekim bulamadı çaremi,
Aslı için kül eyledim Kerem'i,
İbrahim'in atıldığı kor benim...

Sebep bazı Leyla, bazı Şirin'di,
Hatrım için yüce dağlar delindi,
Bilek gücüm Ferhat ile bilindi,
Kuvvet benim, kudret benim, fer benim...

İlahimle Mevlana'yı döndürdüm,
Yunus'umla öfkeleri dindirdim,
Günahımla çok ocaklar söndürdüm,
Mevla'danım, hayır benim, şer benim...

Benim için yaratıldı Muhammed,
Benim için yağdırıldı o rahmet,
Evliyanın sözündeki muhabbet,
Embiyanın yüzündeki nur benim...

Kimsesizim, hısmımda yok hasmım da,
Görünmezim, cismimde yok resmim de,
Dil üzmezim, tek hece var ismim de,
Barınağım gönül denen yer benim...

Benim adım aşk.
                                                                                        CEMAL SAFİ

En sevdiğim şiiri paylaşmadan olmazdı elbette...
   Sana tuz yalatsam, sabaha kadar su'yu düşünürsün; işte çelişki burada gibi görünse de, nesnel hareketin kanıtıdır bu. Bir durumla uyarılan her durum, bir başka duruma işaret edecektir. Beni sevdiğini söyledikçe sen, ben bir diğerini sevdiğimi hatırlayacağım. Buna ihanet diyemezsin.

- küçük İskender

Inside job filmi ve ülkemize çıkartımlar

  Inside Job diye bir film izledim. 2008 yılında Amerika'da bankaların battığı, finans şirketlerinin kirli işlere bulaştığı ve büyük bir krizin yaşandığı zamanın belgeselini yapmışlar. Fazlasıyla derine inilerek yapılmış bir film ki suçlara bulaşan kişilerle bile görüşme çabasına girmişler ama o kişilerin bir çoğu bunu reddetmiş. Çok güzel bir iş çıkartmışlar ve 2008'de başa geçen ve filmin yapıldığı zamanda bile başkan olan Obama'ya göndermeler yapabiliyorlar. Keşke bizim tarihimizi de bu kadar derin ve apaçık şekilde irdeleyenler çık ve gerçekten doğruları yansıtsa. Beyin yıkamaları geçebilsek keşke.
   Düşünün Tarih bölümünde okuyan bir arkadaşım çok rahat bir şekilde bize ilköğretim ve lisede gösterilenden farklı olduğunu çok rahat söyleyebiliyor bunun irdelenmesi gerekli....

Ders çalışmayı güzel hale getirme

  Ders çalışmak için buluştuğun özel kişinin kitabının arasına güzel sözler yazıp koyduğu bir post-it bulduğun andır o dersi sevdiğin an...

Efsane

Kitap adı: Efsane

Yazar: İskender PALA

      Kitapta Barbaros Hayrettin Paşa'nın hayatı, yaşadıkları Saint Alkala denilen ama özünde Endülüs'deki Gırnata Emirliğinin varisi olan Seyyid Muradi'yi anlatmaktadır. İç içe geçmiş yaşamlar, Akdeniz'de bir o yana bir bu yana savrulmaktadır. İspanya kralı Karlos, Osmanlı Devleti'ndeki adı Şarlken ve onun kaptanı Adrea Doria ile Hayrettin Hızır Paşa'nın akilane hediyeleşmeleri, misilleme saldırıları ile geçen uzun bir zamandan sonra dananın kuyruğu kopar ve Preveze'de Andrea Doria'nın 200 parçalık donanması karşısında Barbaros'un 120 parçalık donanması vardı.
   Barbaros gece bir rüya görmüştür ve Hz.Peygamber'in nasihat ettiği Kur'an'dan ayetlerin bulunduğunu söylediği bir rüyadır. Hayrettin Paşa'nın rüyaları genellikle çıkardı. Rüyasını yine kendisi yorumladı ve zaferin kendisine bildirildiğini düşündü. Savaş anı gelip çattığında sabırla bekledi. Düşmanın lehine esen rüzgarın kendi lehine esmesini bekledi ve estiği anda atağa geçti. Çok kanlı çarpışmalar yaşandı ve sonunda galip gelen taraf Hayrettin Paşa oldu, kaçan taraf ise Andrea Doria'ydı. 
   Bu hikayenin diğer bir yanı da Alkala'nın aşkı Billure'ye kavuşma çabalasıydı. Alkala Gırnata için o zaman halkına işkenceler yapan muhafızları bulup her yılın ilk karları düştüğünde bir tanesini öldüren bir kişiydi. Babasının mirasını yaşatmak için yemin etmişti ama olmadı. O da Billure'yle birlikte Osmanlı'ya döndü ve mutlu mesut yaşadılar. 
   Hikayedeki bir diğer ayrıntıda birbirine benzeyen 3 heykel vardı. Tıpatıp aynıydılar. Yalnız bir farkları vardı oda heykellerin kulaklarına bir çubuk sokulduğunda birinin öbür kulağından, diğerinin ağzından çubuğun ucu çıkarken, bir tanesinde hiç bir yerden çıkmıyordu. İşin esprisi de şuydu; esas değerli olan insan söylenen bir lafın bir kulağından girip diğerinden çıkmayan, her duyduğunu boş boğazlılık edip her yerde söylemeyen ve söylenenleri içinde sır gibi saklayandır.

   

Olaylara yukarıdan bakmak

  İnsan yaşadıklarına yukarıdan bakabildiği zaman gerçekleri görebilir ancak. Çok istenilen şeyin bile olmadığında huzur, mutluluk vereceğini ancak o zaman görebilir. Sadece düşünmek gerekir. Geçmişteki dönüm noktalarına bakmak yeter.
  Denizdeki yosunlar gibidir bu yaşantılar. Kendimiz denizdeyken yosunların arasına girdiğimizde hoşlanmayız hatta bazıları ürkebilir, panik yapabilir bile. Ama bir belgeselde baktığımızda su altındaki yaşantıya ne kadar da güzel gelir, dinlendirir bizi. Örnek biraz uç olsa da gerçekten de böyledir. Bulutların arasından bakmak gerekir kendimize, her şeyimize. Bütün kıskançlıklardan, mutluluklardan, üzüntülerden, çıkarlardan arınarak bakmak gerekir yukarıdan yaptıklarımıza ve yapacaklarımıza.

11 Eylül 2013 Çarşamba

  Her göz içinde bir evren taşır ve bunu sadece seven görebilir...
  İnsan küçükken her şeyin hayalini kurabiliyordu. Onu geçtim hayal kurabiliyordu, hayaller aleminde kendini istediği kişi olarak görüyor, film gibi bir hayatta kendini baş rolde izleyebiliyordu. Yıllar geçtikçe sözde hem vücudumuz hemde fikri açıdan geliştiğimizi söylüyorlar doğrudur ama en önemli şeylerden birisi geriliyor bizde. Hayal kurmuyoruz, hep bir işimizin olduğunu söylüyoruz olmasa bile bir şeyi kendimize iş ediniyoruz. Hep insanların, arkadaşlarımızın arasında olmaya çalışıyor olamayınca eksiklik sayıyor her anı onlarla geçirmenin uğraşını veriyoruz.
   Yalnızlık her zaman kötü değildir. Onlarca insanın içinde olduğumuz halde kendimize yabancı kalıyoruz ve yalnız hissediyoruz kendimizi o bedende. Bazen durup kendimizi dinlememiz gerekiyor, onunda bizimle konuşmaya, dertleşmeye ihtiyacı var. Mesela yalnız kalmadan anlatamıyor bize hayallerini, dargınlıklarını, gelecekle ilgili planlarını... Biz onsuz olamayız ama onsuz-muş gibi davranabiliyoruz bir şekilde ya bu da bir yetenek elbette.
   Hayalsiz yaşamanın hayatı monotonlaştırdığını, bizim koca bir denizde akıntıya kapılıp gittiğimizi görmeliyiz. Benim buna eşdeğer gördüğüm bir örneği sizlere sunmak istiyorum. Uyku hastalığı yaşayan ve rüya göremeyen insanların psikolojik sorunlar yaşaması. İşte hayalsiz bir hayatta bizde monotonlaşarak, dert edinerek, rüzgarla savrulan polenler gibi etrafa saçılarak hayat yaşıyoruz ve bu bizi yıpratıyor.
  Bunun tek reçetesi ise çok basit:
    AYLAR SÜREN SIKILMIŞLIK HİSLERİNE ARTIK BİR SON!
   5 DAKİKADA HAYATINIZA HUZUR, MUTLULUK, KEYİF VERECEK BİR ÇÖZÜM VAR SİZLER İÇİN!
   VEEEEEE.... HİÇ BİR MASRAFI YOK! EVET İYİ DUYDUNUZ'
   TEK YAPMANIZ GEREK BOŞ BİR ODAYA GEÇİP YALNIZ KALMAK VE HAYAL KURMAK!
   Tek kişilik dev kadrolu filminizi izlerken sizlere iyi seyirler... :)
Vefa bekler insan eskilerden. Geçmişin güzel anılarını doldurmuş kişilerden beklenen bi vefadır aslında.. Ama bakarsın bazen aslında onlar bivefadır.. Ne edebilirsin ki o zaman sen artık. Silmek zordur yazıyı her ne kadar silik de olsa yazı...

Şehrin sakladığı yıldızlar

Şu şehirlerin en büyük kusurudur yıldızları saklaması.. Ve aslında üstünde yaşayanların yıpranış sebebidir şehirlerin yaptığı.. O eşsiz pırıldayan tanelere bakan insan kendini bir yolculuğa sokar. Herkeste farklıdır bu yolculuk ama bi noktada benzerdir aslında: Hayal kurmak.. Eşsiz birşeydir yıldızlara bakarak hayal kurmak, hele birde bir yıldız göz kırpıp sana kaydı mı yana... İşte o zaman çok gizli bir tebessüm kaplar çehreni.. Seni gören hiçkimse bilemez ne dilediği neyin hayalini kurduğunu ve sen yaramaz bir çocuk gibi olursun o an. Yaşam sevincin katlanarak artar o dakikalarda. Bütün o hayallerine karşılık veren yıldız süsler senin geceni o vakitten sonra.. Hafiften bi kanın ısınır yıldızlara. Çokta dost canlısı gözükürler tabii ve öyledirlerde zaten. Sen dayanamayıp onlara dokunmak istersin. O an öyle yakın gözükürler ki sana sanki bi karış mesafe vardır aranızda. Elin arşa onların yanına gider usul usul.. Elin daha çok gittikçe gider yine usul usul. Bakarsın ne kadar uzansan yıldızlara dokunamıyorsun işte o an bütün gecenin sonu olur. Ama son dediğime bakmayın genelde bu son mutlulukla biter.. İçinin hafiflediğini hissederek sanki kırk yıllık dosta içini açar gibi açmışsındır yıldızlara. Onlarda gıkını çıkartmaz hani seni pür dikkat dinlerler. Dertlerine derman olmak için hayallerini daha güzel hale getirmek için seni yönlendirirler.. her neyse işte o son seni gecenin sonuna hazırlar. Derin bir uykuya, tatlı mı tatlı rüyalara gitmen için sinyal verir sana. Ve sende o derdine derman, hayallerine ortak güzelim yıldızları kıramazsın ve gider mışıl mışıl uyursun.. Hatta bir kişi vardır belki senin için uyumadan önce yıldızlara bir mektup bırakırsın. Ona iletmeleri için.. Yıldızda gider bulur onu.. Ve verir mektubunu.. Ve sen güven içinde huzurla uyursun.. İşte böyledir yıldızların büyüsü. Ama şehirdeysen eğer.. işte bunların hiçbirisi olmaz. Ve sen birbaşına kapkara gökyüzüne bakmak zorundasındır.. Ama yıldızlar şehirdekilere bile kıyamaz o kadar iyidirler ki. Işıklarını aya verirler ve ayda bize onların her birinin izinin, ışığının bulunduğu çehresini gösterir.. Ve hikaye böylece biter..

  Düşünün lütfen Porsche gibi dünya devi bir markanın arabasını bir Türk tasarlıyor. Bir hatırlatma daha var sizin için 5 yıl Peugeot'nun araba tasarım yarışmasında 17 yaşlarında bir Türk birinci olmuştu. Ülkemizde sadece tasarımı yapılmıyor bu işin. Bütün parçalar ayrı ayrı yapılıyor. 2020 Olimpiyatları için Türkiye'nin tanıtım videosunu izlediğimde gerçekten güzel dedim ama güzelim Boğaz Köprüsü'ndeki araçları gösterdiklerinde yerli değil de yabancı arabaları gördüğümde çok büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Biriside el atsa da bizimde bir araba markamız olsa onu kullansak. Umarım çok geçmeden yerli bir arabamız olur.
  Spordan sonra mutlaka duşta soğuk suyun altına girin. Tamam kabul soğuk su zor olacak ama duştan çıktıktan sonra hissedeceğiniz rahatlama hissine değecek.
  Bir filme başlarsın. İlk dakikalarda sıkılırsın ama gittikçe daha fazla sarar seni ve sonu hep iyi olur filmin. Bütün o duyguları filmin başında alamasan da sonunda illa ki hissedersin ve haz alırsın. Hayatta böyle işte bir işe başlarsın. Başlar biraz zahmetlidir sıkıntılıdır sonra emeğinin karşılığını aldıkça yaptığın iş keyif verir sana. Neymiş o zaman: Emek harcamadan mutlu olamayız.
   Ayrıca Atalarımız bu durum içinde bir laf söylemiş.. "Ne kadar ekmek o kadar köfte" :)
  Türkiye gibi bu kadar güzel bir ülkede yaşayıp da neden insan sürekli kendini kötüler, küçümser bir türlü bunu anlamış değilim. Bu dediklerimin siyasi hiçbir şeyle alakası yok ben hepimizin az çok bilinçaltına kadar bulaşmış bir hastalıktan bahsediyorum: Kendimizi çok küçümsüyoruz. Herkes 25 kare nedir bilir yada Hollywood filmlerindeki Amerika üstünlüğünü, Müslümanları küçümsemesini vs. bunlar bizi etkiliyor olabilir. Malum şu anın 50 yaş civarında olan kişiler Amerikan filmleriyle büyümüşler. Belki dediğim gibi bu şekilde bilinçaltımıza bu eziklik hissini empoze ettiler yada başka bir şekilde oldu. Artık bundan kurtulmamız gerekmiyor mu? Niye kendimizi böyle küçük görelim ki. Osmanlıcılık yapma niyetinde de değilim ama geçmişe biraz bakmak yetmez mi bizim için ? Geçenlerde İstiklal Caddesindeki Kiliseye gitmiş bulundum. Girişte kapının iki yanında da kuş havuzları konuşmuş ve duvardaki açıklamada fakirlere bağış havuzu diye yazı yazmışlar. Dikkat çekmek istiyorum kilise gibi gayet insan içinde kalan bir yerde olan bu havuzun üstü de açık yani içerideki parayı gizlemeye hiç çalışmamışlar. Bizim insanlarımız bunu gördüğünde "vay be adamlar ne güzel yardım ediyorlarmış", "bizimkiler olsa buraya ne para koyardı ne de olan paradan ihtiyacı kadar alırdır". Bu kendini hor görmekten başka ne olabilir ki? Geçmişimizde bizde de olan bu bağış havuzları kilisedeki gibi kalabalık yerlere konulmaz hemde ne kimin ne kadar koyduğu nede kimin ne kadar aldığını gösterecek kadar açık olmazdı. Bir mehter marşıyla düşmanı deliye çevirirken biz neden şimdi onların ağzından çıkacak en ufacık şeye muhtaç olur olduk. Potansiyelimizin farkına varmamız gerek artık. Yoksa bu şekilde çürüyüp gitmek işten bile değil...
   Sabah erken uyanırsın, vücudun daha rüyaların sıcaklığıyla ısınıyordur. Yataktan kalkıp hazırlanman ve güne başlaman gerekir. Sen ise o güzel sıcaklığı bırakıp kalkmayı istemezsin, zor gelir ama hayata dönmek, günü yaşamak vazgeçilmez şeylerdir. Yataktan yavaşça ayağa kalkarsın ama dediğim gibi daha sıcaksındır. Sabahın soğukluğu yüklenir anında üzerine ve sen bir kez daha yatağına bakıp iç geçirirsin. Eğer kış mevsimi ise belki ağzından kötü sözler bile çıkabilir. Isınmak gerekir hemen hızlı hareket etmeye çalışırsın o uyku sersemi halinle. Genelde bu gibi durumlara alışık olunduğundan hazırlığı otomatik olarak yaparsın, düşünmeden yani. Genelde böyle olsa da bir de bunun istisnaları yok değil. Başına ne gelirse bu istisna durumların o saatte yaşanmasıyla gelir. Tıraş olurken kesilen bir yer bir erkek olarak verebileceğim en açık örnektir. Yataktan kalktığın gibi özlemeye başlarsın o sıcak, yumuşak yeri. Söz verirsin bir sevgiliye verilen söz gibi. And içersin tekrar koynuna gireceğim diye...
   Bunların hepsi uyandığın ilk yarım saat içinde olur ve geçer. Eğer bu yazdıklarımı hissettiysen o kadar da itibar etmene gerek yok dediğim gibi en fazla bir saat içinde bu romantik havandan eser kalmaz. Onun için diyebileceğim son şey GÜZEL GÜNLER :)
   Bugün Taksim'e gittim malum fazlasıyla turist olan bir alan. Neredeyse Türk nüfusu kadar orda turist nüfusu var. Neyse bir arkadaşımla Galata Kulesinin oradayız ve fotoğraf çekinelim beraber dedik. İşin tuhafı etrafta pek insan yok yakınlarda ve en sonunda utana sıkıla yalnız bir turiste "take a photo" dedim. Yahu adam kim bili kaç kilometre yol yapıp gelmiş buraya adet olduğu gibi onun bana bunu demesi gerekirken hadi adam dememiş bir de devamına bizde yüzsüz yüzsüz gidip "take a photo" diyoruz çat pat İngilizce'yle :)

10 Eylül 2013 Salı

  Bu resme bakıp da "ah şuraya gitseydim" , "şimdi orada olsaydım" dememek zor. Eğer hiç çıkmamışsan yurt dışına çıkmak hem en büyük hayallerden birisi olur hemde en zor aşılması gerek bir engel. İnsanın kendine koyduğu engelden büyüğünü bulmak çok zordur. Nereye baksan kendine ket vurmuş insan vardır dışarıda. Tabi kendine engel koyan insan başkalarına da koymaz olur mu. Eksiklik buradan başlar ve gider büyüyerek işte. Ama eğer mali durum çokta iyi değilse o zaman bavulun üzerinde olduğu gibi ülkelerden alınan pullar olmasa da başka şeylerin koleksiyonunu yapmaya çalışın. Önemli olan bir işe kendini adayabilmek.
  Günün her saatinde bir filmi yayınlanıyor ama bu güzel adama bıkmak mümkün değil

    Askerliğin bir amacı da yeni erlere cefa çektirmektir. Düşünmeden bakıldığında hiç iyi gelmez kulağa elbet ama görünmeyen yönü bunun gereklerini tam manasıyla açıklar. Askere gitmeden adam olunmaz derler bunun nedeni gidip de gelen kişinin olgunlaşmasını ifade eder. Tarikatlere girenlere ondan önce çile çektirilir ki hamken olgunlaşsın ve bir şeyleri anlamaya, hayata iyi bakmaya alışsın.
Konuşarak neden anlaşamıyor insanlar? Yada iki insanın birbirleriyle tartışırken karşısında bazı şeyleri değiştirmesi neden bu kadar zor? Niye anlatamıyoruz kendimizi yahut neden anlayamıyoruz bazı şeyleri? Milyonlarca soru çıkar bu şekilde devam edecek olursak…
    Hayatta hiçbir şey için geç değildir derler peki gerçekten bu doğru mu? İlk önce kendinden örnekler düşünmeli buna insan bir başkasından beklememeli örneği. Tartışırken kendi fikirlerimizin doğruluğundan o kadar eminiz ki peki bir şeyler öğrenmek için neden kendimiz çabalamak yerine kendimiz deneyimlemek yerine bir başkalarının yapmasını bekliyoruz?
     Çok karışık  bu hayat. Düşünmek gerçekten zor zanaat. Yapılması gereken ne peki?
    İnsanlar çok unutkan olabiliyor. Öğrendiği bir dönem boyunca sadık kaldıkları plan ve fikirlerine bir süre sonra onları hiç yaşamamış hiç deneyimlememiş gibi davranamıyor ve üstelik bunların farkında bile değiller!! Buna hepimiz dahiliz bende. Neden verdiğimiz kararların arkasından bir ömür boyunca gidemiyoruz. Doğruluğu sekteye uğrayan yahut değişebilecek şeylerden bahsetmiyorum burada. Örneğin en ufak bir çöpü sokak ortasına atmamak gibi. Bu davranışın güzelliği ve iyiliği ne olursa olsun değişmez yada bu kadar kesin yargılamamak için en azından değişme ihtimali çok düşük. İşte bu benim kendime kızmama neden oluyor. Neden kararlarımın arkasında bir ömür duramıyorum? Bazı olaylar durumlar yıpratıyor insanı ve bunun sonucu olarak farkında olmadan uzaklaşabiliyor kararlarından doğrudur fakat neden hep karar vermeden önceki hale dönesiye kadar bunun farkına varamıyor ki insan. Sevdiği insanı üzmeyeceğini ve anlamak için uğraşacağını kendine söylediği o kadar zaman uyguladığı halde neden olaylar ve zamanlar geçtikçe uzaklaşıyor bu doğrusundan ve ilişkisi kötü duruma geldiğinde bunu hatırlıyor?
     İnsan gerçekten de nankördür. Kim ne derse desin karşındaki kişi kim olursa olsun arada onun ne olduğunu, sınırının neresi olduğunu belirtmelisin ki karşındaki kişi unutmasın. Bunu kötü ve sert bir dille yapmamak gerek elbet. İnsan neden ölümü hatırlamalıdır arada peki? İşte bu yüzden. Hayatta baki kalamayacağını unutmaması için. Baki kalacağını düşündükçe insan dünyaya kök salmak için olur olmaz işlere girer. Ama ölümü hatırlamak insana ben şu zamana kadar neler yaptım, bundan sonra şöyle yapmalıyım dedirtir. İnsanı kendi içine sürükler, öz eleştiriyi yapmasına sebep olur. İşte buda kendimize aslında haddimizi arada bildirmemiz demektir. Ölüm ne tuhaf bir şeydir aslında. Ruhun dışında geriye kalan et ve kemiksin…. Bunun dışında bir doğru var mı peki? Maalesef yok gibi gözüküyor. Hayattan zevk almak gerek ama bu zevk ufak ve bencilce değil. Aslında bizim zevkli dediğimiz çoğu şey gelip geçici zevklerdir. Örneğin yemek yemek, televizyon seyretmek, uyumak, araba kullanmak, oyun oynamak… tamam zevk alırsın onu yaparken bir süre ama yıllar geçtikten sonra anlarsın ne kadar boş olduğunu çünkü sana bir şey katmaz onlar. Esas zevk yardımdır, muhabbettir, bilgeliktir, sağlıktır. Ve biz bunların hepsine nankörlük ederiz. Elimizden bir şey alınmadıkça değerini kıymetini bilemeyiz.
     Her nesil bir önceki nesile özenir. Eskiden böyle miydi der bayramlar. Ben başta bunu bizim zamanlarımızda çıktı söylenir sanırdım ama eski bir kitap okuduğumda 1950’ler de gençlerinde eskiden böyle miydi dediklerini gördüm. Ne kadar tuhaf değil mi? Eskiye özenmek ama şu an için, gelecek için bir şeyler yapmamak? Biz aslında fazlasıyla boş konuşuyoruz. Tamam konuşmak önemlidir. Sorunları konuşmak, fikir edinmek, çözüm üretmek, bilmediklerini öğrenmek, görmediklerini görmek konuşarak olur fakat sürekli aynı konuşmayı yapıp da icraatta bulunmamak en büyük hatadır.
   Biz insanlar aslında fazlasıyla da üşengeciz. Çözümü bildiğimiz halde yerimizde saymak kadar büyük bir saçmalığı yapıyoruz.
   Planlarımızı gerçekleştiremiyoruz.
   Sözlerimize sadık kalamıyoruz.
   Peki biz ne yapıyoruz Allah aşkına??

Biz sadece zaman dolduruyoruz….. ne eksik ne fazla….
    Ne içindeyim zamanın ne de dışında. Devasa bir boşluktayım sanki, tutunacak yer bulamadan düşüyorum ama hiç bitmeyecek bir düşüş bu.. Bilincim kapanmak üzere.. Düşünme yetimi kaybediyorum. Ve sadece kabullenmeyi öğreniyorum. Bu anı ben değil bir başkası şekillendiriyor gibi geliyor hep. Kanadı kırık kuşlar gibi hissediyorum. Ve kör gibi karanlığı içinde sürüyor bu hiç bitmeyecek düşüş…
   Ama oda ne… Bir ışık… İçim bir anda  değişiyor umutla doluyor. Aslında kanatlarım kırık değil sadece üzeri toprak dolu. Silkeleniyorum ve atıyorum üzerimi toprak kalıntıları gibi, enkaz artıkları gibi kaplayan bu rehaveti. Artık eskisi gibiyim. Dinç, genç, umutlu, hırslı ve güçlü. Damarlarımdaki kan bile değişiyor o an ve başlıyorum kanatlarımı çırpmaya. Bir süre sadece aydınlığa çırpıyorum. Sadece orada aydınlığın olacağını düşünerek. Fakat düşündükçe, umutlarım çoğaldıkça aydınlıklar artıyor. Ve kırdığımda zincirlerimi, apaydınlık bir dünya kucaklıyor beni. Kendimi azimli ve gururlu bir kardelen gibi hissediyorum. Ne mutlu bana ki her şeyi anlıyorum artık…

Şanlı Bayrak

"Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak demiş" Mehmet Âkif bir zamanlar.. En azından o zamanlar kişiler âtiye bakacak kadar sorumlukluk sahibiymişler. Oysa şuanda çoğumuz "Âtiye görmeye çalışmadan hatta ve hatta bakmadan azmi bırak"ıyorlar... Hiçbirimiz nasıl bir imkanlar şöleninde olduğumuzun farkında değil.. Elimizin altında yatan dünyadan nasıl yararlanıyoruz biz? O internet denen ummandan neleri çekip alıyoruz kendimize. Kötü ve yararsız olan şeyleri m, yoksa bizi yükseltecek iyi yararlı şeyleri mi? Hepsi bizim ayağa bile kalkmadan edinebileceğimiz bir bilgi denizinde.. Neden bu kadar imkanımız varken biz bunları yapmıyoruz?  Eskiden insanlar yıllarca çabalayarak çalışarak bir şeyleri öğrenmeye çalışırken yada elde etmek istedikleri şeyleri edinebilmek için bu kadar uğraşırken bizim bir tıklık uzağımızda olan şeyleri elde etmememiz niye?... Geleceğe bakıp ŞANLI BAYRAĞIMIZI neden yüceltecek adımlar atmıyoruz peki biz.. Diyebildiğimiz tek şey var "elin yabancısı yapıyor abi..". Bunu demek öyle kolay ki topu topu dört kelime, on bir hece.. Peki bunu demek bize ne yarar sağlıyor? Ne işimize yarıyor sadece bunu demek? Eline en son teknoloji ürünleri alıyorsun ve en ufak bir yerde hata verdiğinde yada yapılası gerektiğinde hangi dilde geliyor uyarılar yada yapılması gerekenler sana.. Neden benim güzel TÜRKÇE'm yok demiyoruz orada.. Bir öss silsilesi geliyor. Yanlışları görmek kolay onların yanlışlarını göreceğimize neden kendi hatalarımızı söylemiyoruz bi kerede. O sınava gerçek bir ideali olarak giren ve bu uğurda didinen kaç kişi var doğru düzgün? Ben inanıyorum ki hiç birimizin kafasında sıkıntı yok. Fıkralara konu olacak bir kafamız varken bizim b başarısızlık nereden geliyor sizce. İnsanın sadece istemesi ama canı gönülden istemesi yetiyor bazı şeyleri başarmak için. Yeter ki derinden istesin bunu. Durum böyle olduktan sonra kişi zaten kendiliğinden atılıyor yapılası gereken şeyleri içten gelerek yapmaya ve başarısızlık olabildiğinde düşüyor... Biz bunu hak etmiyor muyuz peki? Bize gereken sadece oturup biraz düşünmek. Kendimize düzgün bir yol çizme ki içten bir şekilde...