29 Mart 2014 Cumartesi

Alışkanlık

     Zor ayrılıyor insan her şeyden. Çünkü alışıyor insan, sahipleniyor farkında olmadan. En nefret ettiklerini bile sahipleniyor insan bilmeden. Ölmekten korkmamız bile yaşamaya alıştığımızdan belki de. Ama bir o kadar da hayallerimizde hiç yapmayacaklarımızı yapmak, hiç gitmeyeceğimiz yerlere gitmek isteriz. Çünkü alışmak en çok bağlayan şeydir bizi. Bıkkınlıklara bile göğüs gerer bu meret.
     İlla büyük şeyler olmasına gerek yok bu isteklerimizin hayallerimizin. Boşuna otobüs aşkları diye bir tabir yoktur bizde. O otobüse bineriz ilk önce ve gözlerimiz bir güzele takılır ki ne güzeldir, aklımızı başımızdan alır ve dünyanın en uzak diyarlarına götürür. Öyle harika hayaller kurarız ki iki durak arasında sarhoşuzdur aslında. Ama bir panikte basar bizi, avuçlarımızı terletir üstelik. O harika hayallerdeki biricik kızdan kopma vakti gittikçe yaklaşmaktadır. Ah o dakikalar öylesine değerlidir ki. Ama lanet olsun ki onun yanına gitmenin düşüncesi bile, silahı çıkartıp kafayı uçurmaktan zordur. Hadi bir şekilde tamam gideceğim dediğinde bile kendine, o aradaki üç adım kilometrelere dönüşür ve hüzünle kafa eğilir, kadere razı olunur. Peh, nasıl bir kaderse o! İşte budur alışkanlık denilen, hayatımıza bizden daha fazla karar veren o ilginç ŞEY. Bir tarifi de yoktur ama değil mi? Bu dünya da tek hecelerden korkacaksın korkacaksan eğer. Aşktan mesela, neden mi hadi tarif edin bana o zaman aşkı? Ya da hissi. Yahu daha hissi, hissetmek kelimesini kullanmadan açıklayamıyoruz biz. İşte alışkanlık, ŞEY'dir aslında. Hayatımıza yön veren ŞEY...

Can Yücel'e övgüler

    Çok uzun bir zamandan sonra tekrar yazmak zor oluyor. Ama artık zamanı geldi diyerek çanları çalıyor benliğim. Şüphesiz ki bir blogta yazmanın en zor yanı konu bulmaktır. Bazılarının içinde bir dünya konu olur elbet zaten konu bulamayan bu diyardan bir süre sonra ister istemez çekip gider. Ama yine de en zoru konu bulmaktır. Gün içinde neredeyse milyonları bulan düşünceler kafanızı kurcalar durur. Ama siz onu zamanında bir yere yazmazsanız artık çok geç, bir bardak su iyi gider.
    Bu aralar çok ama çok fazla dikkatimi çeken bir kişi var; Can Yücel. Her insan gibi bende ister istemez yazdıklarımı beğeniyorum. Yoksa burada neden yazayım değil mi ama. Ancak Can Yücel'in yazdıklarını okuduğumda cümleleri geçtim, hatta kelimeleri bile geçtim her harf beni esir alıyor. Sanki içinde çok hafifte olsa sihir var. Okumaya başladığım anda beni o vermek istediği duygu öyle sıcak ve sımsıkı sarıyor ki eğer ağlatmak için yazıyorsa ağlatıyor, güldürmek istiyorsa da güldürüyor beni. Hep derler kitap okuyun kelime dağarcığınız gelişir, konuşmanız güzelleşir, yazılarınız anlamlanır bence bunlar yalan. Yani kısmen yalan diyeyim ben bu işe de eleştiri okları çok vurmasın beni. Can Yücel eminim ki çok fazla okuyordur ancak iki kelimeyi yan yana koyarak bu kadar çok duyguyu karşı tarafa olduğu gibi aktarmak kolay olamaz asla.
    Benim kafamı kurcalayan şey işte bu duyguyu olduğu gibi nasıl aktarabiliyor. Bunu düşünmekteyim ben. Tiyatroda şöyle bir söz vardır: "En iyi tiyatrocu rol kesmeyen tiyatrocudur." Söz aslında gayet mantıklı. Yoksa çok yapmacık olur öyle değil mi? Yada başka bir örnek daha verecek olursak kişisel gelişim tarzı kitapların neredeyse hepsinde geçen hayata güler yüzle bakın olayı vardır. Telefonla konuşurken bile gülümsemeye devam edin, konuştuğunuz kişi sizi görmese de gülmeniz onu içten içe etkileyecektir. O zaman Can Yücel o mükemmel yazılarından önce nasıl bir ruh haline giriyor ki ben bu denli etkileniyorum. İnsan yaşadığı bir duyguyu yüzde yüz birisine aktarabilir mi? Eğer öyle değilse yazdığı şeylerin büyüklüğü daha da artıyor öyle değil mi?