7 Ekim 2014 Salı

Rica Etsem Biraz Güler Misiniz ?

Mutluluk.... Her şey mutluluğa çıkan bir kapıdır adeta. En dehşetli üzüntülerden sonra bile bir şekilde gülebiliriz. Mutlu olmak için illa da paraya gerek yoktur. İlla da bir şeyler yapmaya gerek yoktur. Sebepsizdir bazen mutluluk. Hiç bir şart ve koşulun önemi yoktur. Amansız uğraşların bile içinde bir anda kendinizi mutlu ve hayatla dalga geçerken bulabilirsiniz. Peki neden mutlusunuzdur o an? .... Sessizlik. İşte bunu anlayınca daha da bir mutlu olur ve gülersiniz. Hatta kahkaha bile atabilirsiniz. İnsanlar size deli gibi bakarlar ya insan evladı böyle bir durumda nasıl gülüyor diye. Siz bunu fark edersiniz ve iyice koyverirsiniz kahkahayı. Sonra gözlerinizden yaş gelir gülerken. Bunu görünce yine bir koyverirsiniz kendinizi. Yeter mi bu peki? Aman efendim nasıl yetebilir. Konuşmak istersiniz o içinizdeki dehşetli mutluluk haliyle. E konuşabilir misiniz kahkaha atarken? Hayır. Ama sizi denemekten alıkoyan nedir dersiniz ve denersiniz ama iki hece söylemeye çalışırsınız ve çıkartamazsınız kelimeleri içinizden. Sonra ne mi olur? Yine katılırsınız bu duruma... Ve ne olur? Çevredekilerde gülümsemeye başlar bu duruma. İnsanların içlerine mutluluk tohumu atmaya başlar bu durum. Sebep var mıdır? TABİKİ DE HAYIR! İşte bu kadar basittir gülmek. O kadar çok sebep vardır ki gülmek için. Sadece gözlerinizi kapatıp geçmişi düşünmeniz yada etrafa bakıp insanların ne kadar dalgınca hayatın içinde sürüklendiğine bakmanız yeter de artar buna. Çünkü saçmadır her şey. Saçmaysa da komiktir çünkü aynısını sizde nedensiz yaparsınız. Ve yine gülersiniz hayata. Çünkü kafayı kaldırıp bakmışsınızdır hayatın ta kendisine ve gördüğünüz aslında çok basittir. Bu mudur sizi gülmekten alıkoyan yani? İşte en çokta buna gülersiniz. Sonra etraftaki güzellikleri, mutlulukları yakalamaya çalışırsınız. Ne mi oluyordur? Kuşlar uçuyordur. Uçmayı merak edersiniz. Gizemine kapılır haz alır ve gülümsersiniz. Güneş mi batıyordur. Işık huzmelerinin yollarını izler ve kızıllığın keyfini çıkartırsınız. Huzur duyarsınız ve yine gülümsersiniz. Gece sokakta mı yürüyorsunuzdur. Sokak kalabalık yada boş olsun hiç fark etmez. Varsa insanların telaşını süzer yoksa boş sokakların ayrıntılarını incelersiniz. İçinizdeki çocuğu hisseder yine gülümsersiniz. Hava yağmurludur, hatta sağanak olsun yine fark etmez. Islanırsınız,  özgürlüğü hisseder yine gülümsersiniz. Bütün gün çalışırsınız, yorulursunuz ve bir yere uzanırsınız. Süresi önemli değildir. Ve dinlenmenin o sihrini hissedersiniz. Hele bir de ayaklarınızı soğuk bir yorganın altına soktunuz mu işte o zaman o büyüyle yine gülümsersiniz. İşiniz başınızdan mı aşkın o zaman sorumluluk duymanın o insanın göğsünü kabartan duygusunu hisseder ve hayata bir kez daha gülümsersiniz. Daha kahkahalar dolusu örneğim var elbet ama bir kaç da siz bulursanız eğer sizde daha çok gülersiniz okurken eminim ki. Biraz boşluk bırakacağım sizin için lütfen düşünüp biraz da benim yerime gülümseyin.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
Yeter dimi bu kadar yer? Yetmezse de gece bırakın telefonunuzu yada düşünceleriniz kenara bir kaç örnek daha düşünün ki gülümseyerek uyuyun. İşte o zaman garanti veriyorum, uyurken de güleceksiniz. İnanmıyor musunuz? Deneyin o zaman. Benden söylemesi. Denemekte bedava bak demiştim size gülmek için mutlu olmak için paraya gerek yok diye. Ben denedim oldu. Uyurken kahkaha attım diye bana gelenler oldu efendim. E benden de bu kadar olsun artık. Gülümsemeli sabahlar. Bol kahkahalı akşamlar. Tebessümlü geceler efendim.
"İnsan aklına hangi kelimeyi sürerse akıl onu düşünür. Şimdi bu yazıyı size içim sıkılmışken ve fazlasıyla da kötümser iken yazacağım." Tırnak içindekileri bu yazının ilk kelimesi olan Mutluluk'tan sonra yazmıştım oysa ki. Ama karar değiştirdim sona koydum. Peki bu yazıya başlarken böyle olabileceğimi düşünür müydünüz hiç ? Ben düşünmezdim. Bol gülümsemeler!

6 Ekim 2014 Pazartesi

O (SHE)


     Bazen bir piyanonun sana yaşattığı hislerdir yaşantın. Geçmişin aklına gelir ve en çokta o aklına gelir. O denildiğinde aklına ilk ve hep gelen kişi. Peki yeri doldurulabilir mi? Yada değiştirilebilir mi o kişi bu kadar baskın olmasına rağmen. Bütün yazarların, şairlerin sözlerini yazma sebepleri olan benim O kişim değiştirilebilir mi? İşte bu kadar pahası biçilemezken bir kelimenin, bütün kelimelerin yazılma sebebi olan O'nu nasıl değiştirebilirim ben? Unutmaya çabalamaktan başka neyim var elimde. Ama hiç kolay değil bunu yapmak. Önce bütün o şarkılardan, sözlerden, şiirlerden vazgeçmek lazım sanki bir robotmuşçasına. Galiba ilk önce sevmenin ne demek olduğunu unutmak lazım O'nu unutabilmek için. Çünkü sevgi kelimesinin, duygusunun tek karşılığıdır O. Ve o kelime her hatırlanışta akla gelecekte sadece O'dur. Her nota basılışında çıkan ses ancak içimdeki O'nun sesiyse elden ne gelir unutmaya? Bir başkasıyla saatler boyu oturup konuşmadan bile vakti su gibi akıtıp tüketmek mümkün müdür artık acaba? Ve zaman her zaman düşmanıdır insanın. Çünkü O'nunla ettiğin kavgaları bile ZAMAN özler hale getirir seni. Nasıl bir illettir ki ZAMAN'ında sana bunları en şiddetli, kötümser haliyle gösterip, yanlışlara sürüklerken bunu yapabilir?

     Sometime your life is how a piano make you feel. It takes you your past and you remember SHE most of time. SHE is the first one who you remember when they tell she. So is it possible to replace meaning of SHE? Although SHE has a very strong place in my heart. Is it possible to change meaning of SHE, even whole writers and poets write all words for my HER. while one of the words is priceless, how can i change meaning of SHE who cause of written whole words? Trying to forget SHE... What else i have got? But this isn't easy. First i have to ignore all the songs, words, poetries like a robot. I think I have to forget word of love for forgetting SHE. Because SHE is only answer of meaning of love and feeling of love. And every time of remembering the word, SHE is only person to be remember as sun rising. If every voice which playing note are only voice of HER in my side, how can i forget SHE? Is it possible to pass time as a wind during sitting with someone else without talking anymore? And TIME is always an enemy of human. Because TIME gets you missed about your disputes with SHE. How is TIME doing this? Even  TIME ,how shit,  shows you that your disputes are worst things and  gets you make mistakes on the TIME....

11 Nisan 2014 Cuma

Keşke Filmlerde Yaşayabilsem

    Keşke filmlerde yaşayabilsem. Kendi hayat denen ve film şeritlerinin sürekli aktığı sahnede hayallerimin uğrunda deli gibi koşsam, tesadüfler sonucu nereden nereye gelsem, sokakta küçük bir çocuk beni durdursa ve "bu kağıdı sana şuradaki birisi gönderdi" dese ve ben oraya dönüp baktığımda kimse olmasa orada. Ben o kağıdı saklasam bin bir düşünce içerisinde kim olabileceğini düşünerek, belki biraz da yazısından en azından cinsiyetini tanımaya çalışsam. Çünkü bu soruyu soramadan o küçük çocuk kaçmış olsa ve koskocaman bir bilinmezliğin içinde kalsam. Hatta bir köşe başında olsa bu olay. Ben ise o günden sonra kim bilir sayısız defa geçsem bir umutla. Gittikçe eriyen ve unutulan bir umutla. Ama alışkanlık kalsa o köşe içimde ve geçmeden rahat etmese için. bir gün hiç o köşeden geçmeden gitsem gideceğim yere farkında olmadan ve işte o gün kopsa ip, dökülse yıldızlar gökyüzünden yere... Ben ise bunlardan habersiz normal hayatıma devam etsem ancak içimde bir his kalsa onca depremin hatırına. Evde otururken dalsam sürekli uzaklara, dışarıda uğuldayan hatta bana içimdeki derdi haykıran rüzgarın eşliğinde. Üstelikte bir bahar günü olsa bu, içime sıkıntı düştüğünden bu yana dökülen yıldızları görüp de kendisine de aynısının olacağından korkan güneşin ortalarda gözükmediği. Melankoliyle geçse günler ancak o sıkıntının bir soru hali bile olmadan. Her şey zifiri karanlık olsa. Bir kör gibi kapkara olsa her şey ama gözlerim dışındaki bütün duyularım yansa o kendini göstermeyen sıkıntıdan. Ve...
    Ansızın bir müzik çalsa nereden geldiği bilinmeyen, nereden geldiğinin en olası ihtimali gökyüzü olan. En sevdiğim şarkı. İçinde biraz sevgi, biraz heyecan, biraz hüzün, biraz da ben olan. Hepsinden biraz yani tutam hesabı. O anda kopsa fırtına, yağmur boşalsa -bardaktan değilde- kovadan. Tıpkı bilinmezliğe o an meydan okuyan içim gibi. Yer ile gök savaşsa zeminde. Güneşten gelen yağmurlar galip olsa ve bütün ihtişamıyla tekrar gelse güneş gökyüzüne. Ve ben o an sokağa fırlayıp çatlamak pahasına koşsam o köşeye. Düşünmeden... Sadece içimden geleni yaparak. Güneş çıkmasına rağmen yağan yağmurun altında. Umursamazca ıslansam ve su birikintileri hiç dert olmasa koşarken benim için. Yolda yağmur kaygısıyla yürüyen insanlar sanki benim geldiğimi bilerek uzun ince bir yol açsa çekilerek. Sanki dünya yok olma tehlikesiyle yüz yüze ve tek umut benmişim gibi insanlar yüzüme baksa ve ben anlasam çok kutsal bir görevi yerine getirmek için koşmaktayım, işte o gün bu gün! Kalbim koşmamı sağlamak için değil az sonra o köşede yaşayacaklarım karşısında yaşayabilmem için atsa. İnsanların gösterdiği ve benim için açtığı yolda son dönemeci görsem. İşte geçiyorum şimdi orayı da ve görsem o köşeyi ve gizemli kalmış her şeyi, çalmaya devam eden şarkının nakaratında...
    Keşke filmlerde yaşayabilsem işte. Her ruh halimde başka bir film başlasa tıpkı sinemada olduğu gibi ekranda hafif bir cızırtıyla. Sonrasında ise elimde patlamış mısırım ekranın karşısından otursam hem izlesem hem oynasam filmde. Geri sarma yok. Tam kontrol asla yok. Aslında tıpkı HAYATIN TA KENDİSİ GİBİ. Ama bir tutam daha sihir olsa işin içinde. Tesadüfler keskin sonuçlar doğursa. Bir tutamı geçse de isteklerim yüzsüzlük yaparak söylüyorum; en sevdiğim müzikler olsa.

29 Mart 2014 Cumartesi

Alışkanlık

     Zor ayrılıyor insan her şeyden. Çünkü alışıyor insan, sahipleniyor farkında olmadan. En nefret ettiklerini bile sahipleniyor insan bilmeden. Ölmekten korkmamız bile yaşamaya alıştığımızdan belki de. Ama bir o kadar da hayallerimizde hiç yapmayacaklarımızı yapmak, hiç gitmeyeceğimiz yerlere gitmek isteriz. Çünkü alışmak en çok bağlayan şeydir bizi. Bıkkınlıklara bile göğüs gerer bu meret.
     İlla büyük şeyler olmasına gerek yok bu isteklerimizin hayallerimizin. Boşuna otobüs aşkları diye bir tabir yoktur bizde. O otobüse bineriz ilk önce ve gözlerimiz bir güzele takılır ki ne güzeldir, aklımızı başımızdan alır ve dünyanın en uzak diyarlarına götürür. Öyle harika hayaller kurarız ki iki durak arasında sarhoşuzdur aslında. Ama bir panikte basar bizi, avuçlarımızı terletir üstelik. O harika hayallerdeki biricik kızdan kopma vakti gittikçe yaklaşmaktadır. Ah o dakikalar öylesine değerlidir ki. Ama lanet olsun ki onun yanına gitmenin düşüncesi bile, silahı çıkartıp kafayı uçurmaktan zordur. Hadi bir şekilde tamam gideceğim dediğinde bile kendine, o aradaki üç adım kilometrelere dönüşür ve hüzünle kafa eğilir, kadere razı olunur. Peh, nasıl bir kaderse o! İşte budur alışkanlık denilen, hayatımıza bizden daha fazla karar veren o ilginç ŞEY. Bir tarifi de yoktur ama değil mi? Bu dünya da tek hecelerden korkacaksın korkacaksan eğer. Aşktan mesela, neden mi hadi tarif edin bana o zaman aşkı? Ya da hissi. Yahu daha hissi, hissetmek kelimesini kullanmadan açıklayamıyoruz biz. İşte alışkanlık, ŞEY'dir aslında. Hayatımıza yön veren ŞEY...

Can Yücel'e övgüler

    Çok uzun bir zamandan sonra tekrar yazmak zor oluyor. Ama artık zamanı geldi diyerek çanları çalıyor benliğim. Şüphesiz ki bir blogta yazmanın en zor yanı konu bulmaktır. Bazılarının içinde bir dünya konu olur elbet zaten konu bulamayan bu diyardan bir süre sonra ister istemez çekip gider. Ama yine de en zoru konu bulmaktır. Gün içinde neredeyse milyonları bulan düşünceler kafanızı kurcalar durur. Ama siz onu zamanında bir yere yazmazsanız artık çok geç, bir bardak su iyi gider.
    Bu aralar çok ama çok fazla dikkatimi çeken bir kişi var; Can Yücel. Her insan gibi bende ister istemez yazdıklarımı beğeniyorum. Yoksa burada neden yazayım değil mi ama. Ancak Can Yücel'in yazdıklarını okuduğumda cümleleri geçtim, hatta kelimeleri bile geçtim her harf beni esir alıyor. Sanki içinde çok hafifte olsa sihir var. Okumaya başladığım anda beni o vermek istediği duygu öyle sıcak ve sımsıkı sarıyor ki eğer ağlatmak için yazıyorsa ağlatıyor, güldürmek istiyorsa da güldürüyor beni. Hep derler kitap okuyun kelime dağarcığınız gelişir, konuşmanız güzelleşir, yazılarınız anlamlanır bence bunlar yalan. Yani kısmen yalan diyeyim ben bu işe de eleştiri okları çok vurmasın beni. Can Yücel eminim ki çok fazla okuyordur ancak iki kelimeyi yan yana koyarak bu kadar çok duyguyu karşı tarafa olduğu gibi aktarmak kolay olamaz asla.
    Benim kafamı kurcalayan şey işte bu duyguyu olduğu gibi nasıl aktarabiliyor. Bunu düşünmekteyim ben. Tiyatroda şöyle bir söz vardır: "En iyi tiyatrocu rol kesmeyen tiyatrocudur." Söz aslında gayet mantıklı. Yoksa çok yapmacık olur öyle değil mi? Yada başka bir örnek daha verecek olursak kişisel gelişim tarzı kitapların neredeyse hepsinde geçen hayata güler yüzle bakın olayı vardır. Telefonla konuşurken bile gülümsemeye devam edin, konuştuğunuz kişi sizi görmese de gülmeniz onu içten içe etkileyecektir. O zaman Can Yücel o mükemmel yazılarından önce nasıl bir ruh haline giriyor ki ben bu denli etkileniyorum. İnsan yaşadığı bir duyguyu yüzde yüz birisine aktarabilir mi? Eğer öyle değilse yazdığı şeylerin büyüklüğü daha da artıyor öyle değil mi?

2 Şubat 2014 Pazar

Değişim

    Değişim. Bu bütün hayatımızı kaplayan ve bizim doğumumuzdan ölümümüze kadar bizi saran en geniş olgulardan bir tanesi. Hal böyle olmasına rağmen aslında en çok direndiğimiz şey de tesadüfe bakın ki değişimdir.
    Kendinizi örnek alın. Çünkü başka örnekleri içselleştirmek gerçekten büyük bir problem. Küçükken hangimiz annemizin "yavrum koşma, düşeceksin." sözünü dinledik? Şimdi bu soruya iki açıdan yaklaşmak gerekir. 
   1- Denemeden nereden bilebiliriz kötü bir şey olduğunu? yada alt tarafı bir yara ne olacak ki?
   2- Annem tecrübeli benden fazla yaşam bilgisi var ve bir bildiği var ki bunu söylüyor.
Yalan yok ki bunları yazarken bende içimden alt tarafı dizin kanar dedim. Fakat bu en basit örneklerden bir tanesi sadece peki ya büyük olaylar hakkında bunu düşünecek olursak? Elimizdeki en değerleri şeyleri kaybettiğimiz anları düşünün eğer şu ana kadar böyle bir şey yaşamışsanız. Ve yaşamayanlar için de üzülerek söylemek zorundayım ki bilmediğinize çok da üzülmeyin elbet bir gün yaşayacaksınız. Çok mu karamsar oldu? Ama masal yazmamak gerek her zaman. 
    Bu sadece Türklerde mi var acaba diye düşünmeden edemiyorum. Amiyane tabir olacak ama illa yumurtayı kapıya dayandırmak zorunda mıyız değişmek için? 
    Elden bir şeyleri kaybetmeden kendimizi neden kaybettikten sonraki gibi bir performansla değiştirmiyoruz. İronik ama hepimiz kendimizi çakal sanıyoruz. Derdimiz bu evet yakalanana kadar yahut kaybedene kadar çakallık yapıyoruz. Bunu kendimizde değiştirmeye çalışsak da bir iki deneme yaptıktan sonra dahi eski yolumuzu buluyoruz. 
    Bir ilgin. yan daha söyleyeyim bu kadar çakal olmaya çalışan biz üstüne üstlük elimizdekini kaybettikten sonra öyle bir değişiyoruz ki inanmazsınız o eski hale asla.
 -SEN???? Bu muydun yani???
 +Evet bir zamanlar öyleyimdim...
 -Hayatta inanmam... (Kendi söylese bile inanmayız bide inanamayız.)

    Hepimiz Müslümanız ama hepimizin kafasında gençken şu yok mu? Hele bir yaşlanalım da, bir işimiz gücümüz bitsin de o zaman başlarız gibisinden şeyler. Daha ne örnek olsun ki yani. Bunları yazdım diye bende bir şey yapacağımı düşünmüyorum ama gerçek böyle. En azından bunu kabullenmekte fayda var. 
   Bir de artistik yanımız da söylemeden edemem. Değişimi zorla ayağımıza getirtiyoruz ki sormayın gitsin. Hani biz değişime karşı ağır abiyiz ya ben ne gelecem ulen sen gel sıkıyo sa değiştir beni diyoruz. Ama tabi ayağımıza gelen değişim bizi getirttiğimize pişman ediyor. Tabi değiştikten sonra çok dua ediyoruz değiştiğimize ya. Hafif tuhaflık var sanki bu işte. İşin içinden çıkmak güç. Yazdıkça da kayar gideriz başka alanlara. Temadan sapmış kadar oldum yada artık dört yol ağzındayım. Yazmış bulunduğum saate müteakip bana iyi geceler.